5 Ekim 2024 Cumartesi

Hamuş


Rahatsız edecek kadar sessiz, sokak lambalarının bile uyuyacağı kadar geç bir vakitti. Çıta çerçeveli camlardan içeriye karlı havanın aydığınlığı huzme huzme süzülmüş, loştan hallice ortamda kendi nefesinin hırıltısından, rüzgarın kurumuş cam macunlarında çıkardığı ıslıktan başka bir şey duyulmuyordu. Sobanın ateşi iyiden küllenmiş, odayı insanın etini ısırırcasına bir soğuk sarmaya başlamış ve iç ürpertisine ramak kalmıştı. Yün yorganların üst üste durduğu yüklükler, derme çatma ahşaptan yapılmış somyalar, el dokuması keçe kilimler, pas turmuş menteşeleri gıcırtıdan başka işe yaramayan mavi ahşap kapılar, hafif yere eğik asılmış şahmeran çerçeveli duvar aynası... Kerpiç evin eğimli zemin holünde durdu, pütürlü duvarları, tavandaki sıra sıra kütükleri izledi. Neresinden baksan buram buram yokluk, yoksunluk akan bu derme çatma evde sarı küçük bir akrep ilişti gözüne. Hepsi safsataymış demek, boğaların kırmızı renge sinirlenmesi gibi, akreplerin de maviyi sevmediği düpedüz yalanmış, hem de kışın ortasında. Su almaktan şişmiş, bir kışı daha görecek dermanı var yok arası olan büyük kapıyı iki eliyle tutup iki yana açtı. Kayalıklarla sınırları belirlenmiş koca ön bahçenin ortasındaki devasa ceviz ağacının altında; eldeki imkanlarla tahtadan yapılmış kamelyamsı yerin iki basamaklı merdivenlerini çıkıp oturdu. Ayaz mı ayaz, keskin bıçak gibi kesen soğuk pek de umrunda değildi, hasta olacağı gittikçe kızaran, soğuyan burnundan belliydi ama önemli değildi, zaten buraya son gelişiydi.

Yaktığı sigaranın dumanından çok nefesindeki buhar çıkıyor, vücudu soğuğa karşı gittikçe daha da tepkisizleşiyordu. Annesinin ördüğü mor yün patikleri iyice çekip bacaklarını karnına çekti, buz gibi yün yorganı boğazına kadar örtüp gökyüzüne baktı. Sessizce yağan karın aydınlattığı gökyüzü, toprak çatının uçlarında mızrak gibi belirmiş büyüklü küçüklü buz sarkıtları ve gittikçe kapanan yollar... Soğuğa dair sevdiği tek şey: bir arabanın dahi ortalıkta olmayışıydı. Sessizlik, karları eze eze çıkardığı ayak sesi dışında çıt bile çıkmayan sessizlik, sessizliğin sesi, ne güzel şeydi. Öylece bomboş gözlerle baktı etrafına, dinlenmek gibi bir şeydi, fakirliğin, elde avuçta olmayanın bile keyfini çıkartırcasına, inat edercesine başını eğerek huzura daldı. Fısıltıdan bir kaç desibel yüksek, kulağını okşarcasına yatıştırıcı bir ses duydu: ‘Bir daha gelmezsin diye düşünüyordum’ dedi ses. Başını, gözünü bile oynatmadı, görmezden gelerek cevapsız, suskun kaldı kadın. ‘Seni en son gördüğümde de konuşmuyordun. Kaç yıl oldu, on var mı? Çocukluğunda da böyleydin, pek konuşmaz, başını eğer, dudaklarını büzer öylece yere bakardın. Kaç halı deseni ezberledin kim bilir. Her susuşunun altında kaç feryat var kim bilir. Sana baktıkça hep üzülürdüm biliyor musun? Ben olsam dayanamazdım, iyi ki ben değilsin.’ dedi ses. Kadın iç çekti, soğuk hava burnunu, boğazını yakıyordu. Usulca yorganın altından sigara çıkardı, yorganı iyice göğsüne bastırdı, yaktı, derin bir nefes çekti. ‘Beklediğimden daha geç başladın sigaraya, hep derdik bu çocuk bu sinirle kesin cigaraya başlar, siniri başka türlü yatışmaz, bizi dövecek neredeyse, sinire bak derdik. Derdik derdik de neden hep sinirli bu çocuk demezdik, ne adice değil mi? Ne bilelim kendi derdimizi büyük sandık, geçmez sandık, çocuk dedik, dönüp hiç bakmadık. Düşünüyorum da, ben senin yerinde olsam bizi affetmezdim, affedemezdim, iyi ki senin yerinde değilim, ben kaldıramazdım.’ dedi ses. Kadın yorganın altında cenin pozisyonu alıp hafifçe kaydı, sağ yanını dönüp yattı, öylece uzağa baktı. Kiraz ağacının dalları kar tutmuş, koca kayısı bahçesi bembeyazdı. Kendirden yaptıkları salıncağın üzerindeki minder soğuktan kaskatı kesilmiş, dokunsan tuzla buz olacak haldeydi. ‘Hatırlar mısın, ceviz çıkmaya başladığında yeşil ceviz yemek isterdin, abin ağaca çıkıp bir kucak dolusu ceviz toplardı, çoluk çocuk ellerinizde birer meyve bıçağı, soya soya yaş ceviz yerdiniz, sonra da elleriniz kınalı gibi gezerdiniz kaç gün. Halan sana kakaolu puding yapardı çok seviyorsun diye, sabahın köründe ahıra gider inekten süt sağardı, üstüne de kuru ceviz kırar dolaba koyardı, sen uyanınca dolapta pudingleri görür, bütün gün bitirene kadar başka bir şey yemezdin, bitti diye de üzülürdün. Şurdaki damı hatırlıyor musun? Abingille basketbol oynardınız orda, boyları uzun, topu hiç alamıyorsun diye üzülürdün, kucaklayıp potaya çıkarırlardı seni basket at diye, omuzlarında gezdirirlerdi şampiyon diye. Hele arkadaki üzüm bağı. Ne zaman ortalıktan kaybolsan bağın en ucuna gider toprağa otururdun, seni ara ara bir hal olurduk, abin sana sahip çıkamadık diye bizi fırçalar dururdu. Aramadığımız yer kalmaz, konu komşuya tek tek sorardık, sesini de çıkarmazdın, bulunca ne yapıyorsun burda derdik, elinde bir koruk, suratını ekşite ekşite yer, yalnız kalıyorum derdin. Oldun olası severdin yalnız kalmayı, sessizliği, kaçardın hep. Sonra biz bağda olduğunu öğrendik, seni buluyoruz diye ahıra, ineklerin yanına saklanmaya başladın. Bizim karabaş çok severdi seni, yanına yatardı seni görünce çocuğu gibi, buzağıyı dizine yatırır severdin, saman yedirir, tüylerini tarar, okşardın. Arada ön ayaklarından biri olmayan topal kedi gelirdi, yavrularını göstermeye götürürdü seni, fare gibi küçücükler diye dokunamaz, zarar vereceğim diye korkardın. Yatağına getirirdi bazen yavrularını sahip çık diye, dışarı çıkar gezerdi, ona bile nefes aldırırdın şuncacık halinle, onlarla olmak bile bizden iyi gelirdi sana Hep yalnız kalmak isterdin, huyu böyle heralde, içine kapanık, insan gördü mü kaçıyor dedik. Hiç demedik bu çocuğa yalnız kalmak isteyecek ne oldu diye. Demedik…’ dedi ses. Kadın öylece uzağa bakıyordu, vaktiyle bu bahçenin her ağacını tek tek sulamışlığı, yabani otlarını yolmuşluğu, akşam vakti kaçıp gelmişliği vardı. ‘Bir sabah açık ekmek yapacaktık kış için, hiç sevmezsin halbuki, abin sana her sabah taze somun ekmek alır gelirdi sen uyanmadan. Halan en sevdiğin peyniri kaynamış suya basar, senin uyanmanı beklerdi rendelemek için. Sabahları erken uyanmayı sevmeyen sen, sabah ezanında ekmek yapmak için kalkacağız erken yatalım deyince, beni de uyandırın, tandıra geleceğim, bazlama yapalım demiştin. Yağlı ballı yapardı babaannen, sıcak sıcak yemeyi çok severdin, bir tane daha diye diye öğlene kadar hamur yer dururdun. Çok az şeyi iştahla yerdin, yemekle pek aran yoktu, biz de karışmazdık yesin yeter ki diye. Çubuk gibi bileklerinde hamuru açmaya çalışırken gücün yetmezdi, incecik kısa boylu bir oklava verirdik sana, onunla oyalanır dururdun tandırın bir köşesinde. Sıcağı çok severdin, ekmekler daha yarıya gelmeden tandırın sıcaklığından mayışıp, bir köşede sofranın kenarını avucunun içinde sıkar uyur kalırdın. Abin kucağına alıp yatağına götürür yatırırdı, hiç ses etmeden uyur, uyanırdın. Var mısın yok musun anlamazdık bazen, çizgi film izlerdin abinle, bazen de formula 1 yarışlarına bakardınız, abin kimi tutuyorsa onu tutardın kazansın diye. Kendi halinde, kendi kendine yaşar giderdin, pek birine seslendiğini, mızmızlandığını, şikayet ettiğini görmedik, arada bir sinirlenmen dışında, onda da ne ağlardın ne de konuşurdun. Biz senin konuşmadığını değil de aslında konuşamadığını hasta olduğunda anlamıştık. Ateşler içinde yanıyorsun, gıkın bile çıkmadı, somyanın altına girip yatmışsın, oyun oynuyorsun kendi kendine sanmıştık, yemek yiyeceğiz hadi çık dedik gelmedin. Nazla niyazla çıkarmaya çalıştık olmadı, hiç ses etmedin, çekip alalım derken dokununca anladık. Cayır cayır yanıyordun, hastaneye gidelim dedik, son dermanınla kızarlar dedin gözün kapandı. Biz şımarıyorsun sanmıştık, ne bilelim. Deden kucaklayıp hastaneye götürdü seni abilerinle, bir sürü iğne vermiş doktor, ağlar, çocuk bu durmaz, bu kadar iğneyi yaptıramayız dedik, ona bile ses etmedin, uslu uslu gidip günde iki öğün iğneni oldun, bir kere de şikayet etmedin, korkmadın. Bahçeyi gezdirirdik sana bazen, salatalık toplar mutfağa getirirdin, cacık yapsak olur mu şimdi, canım çekti derdin utana sıkıla. Bazen kuzenlerin gelirdi, misafirlerle ilgilenirdik sen hiç ortalıkta olmazdın, yemeğe bile gelmezdin biz getirirdik sana yemeği. Halan en sevdiğin peyniri yapardı, ekmekle yemeyi çok severdin, başka da bir şey istemezdin, usulca odaya gider yatar uyurdun. Yabani derdik, ne konuşuyor ne yaklaşıyor derdik, ne bilelim…’ dedi ses. 

Kadın donuk bakışlarını sürdürüyor, gözlerini bile kırpmıyordu. Yorganı başına kadar geçirip iyiden kendini kapattı. ‘Doğru ya, ne anlamı var, senin için hiçbir şey ifade etmiyor artık, o kadar geç kaldık ki saçını okşamak sarılmak için, o zamanlarda fark etseydik değiştirebilirdik belki. Hep aynı babası diye diye dışladık seni, öteledik, sevilmediğini düşündürdük, şimdi bunca şeyi anlatmanın ne yararı var ki? Acı doruğa ulaşınca gözden yaş gelmezmiş diye bir söz var, her gün gözümüzün önünde dönüştüğünü göremedik, görmek istemedik daha doğrusu. Bizim derdimiz başımızdan aşkındı, bir de seninle mi uğraşacağız dedik hep. Şımarma insanların yanında, sus, düzgün dur dedik, kendine güvenmeni önledik. Sen sinirlendiğinde hep anlatmaya çalıştın bize, ufacık bir şeye alınır küserdin, buna mı alındın diye kızardık, ne bilelim duyulmaya çalışıyormuşsun. Ellerimizle bok ettik geleceğini, ne desen, ne yapsan hakkın var ama en kötüsü ne biliyor musun, geç kalmışlığımıza mı yanayım, yoksa artık senin sinirlenmeye bile tenezzül etmeyişine mi bilmiyorum. Ölenin arkasından ağlamadığında geç kalmıştık, gidenin yasını tutmadığında, ayrılığın arkasından üzülmediğinde, evlenene sevinmediğin, doğana gülmediğinde çok geç kalmıştık. Senin senden başka kimsen olmadı, başkasına niye üzülüp sevinecektin ki, kimse sana üzülmemişken. Ben olsam yaşayamazdım, iyi ki ben değilsin. Sessizliği, yalnızlığı sevmenden daha doğal, daha olağan ne olabilirdi ki, senden başka herkes seni kırmışken, birini neden isteyesin ki? Bu salıncakta en son amcan sallandı, senin için yapmıştı, sen bir kere bindin, senin dışındaki herkes defalarca kez bindi. Senin sana has, senin için, sana özel bir tek şeyin oldu, o da sensin. Kendini kendinsiz bırakmayan hamuş, kendini herkesten ve her şeyden koruyan, saklayan hamuş, kırıldığını söyleyemeyen ama bir tek söz etmeyişinden anlaşılan hamuş. Keşke biz de kendimizi korumayı öğrenebilseydik senden. Ne olursa olsun kendi yanımızda olmayı, kendimizin desteği, destekçisi olmayı öğrenebilseydik. Korkak olan sen değilsin, yalnız yapamayan, kendini düştüğünde kaldıramayan, kendine faydası olmayan biziz. Yalnızlığa seni biz ittik, terk ettik, mahkum ettik ama sen dimdik kaldın bir başına, biz bunlar nasıl yapılır bilmiyoruz. Sen her zaman bize ayna oldun, bizse sünger. Ama buraya bir daha gelmeyeceğini, kimseye gelmene sebep olması için müsade etmeyeceğini ve seni son görüşüm olduğunu biliyorum. Sen böyle çok güzelsin, kimse seni şüpheye düşürmesin, iki söze, bir yüze, bir yalana inanmayacağın gibi, bir satır dahi anmayacağını bilmek ne güzel. Biz sen olamadık ama sen iyi ki böyle oldun.’ dedi ses. 

Ses kaybolduğunda kadın yerinden kalktı, kayısı bahçesinin komşuyla sınır kayalıklarına kadar yürüdü. Daha önce buraya kadar gelmesine izin verilmemişti. Vaktiyle pembe domates ektikleri yerin yanından geçti, kokusuna ayrı, tadına ayrı bayılırdı, acur bahçesini, çilekleri, biberleri, üzüm bağını karların üstünden izledi. Ahırın önünden geçti, artık içeride karabaş yoktu, o yüzden içeri girmeye de gerek yoktu. Evin etrafında zihnini boşaltırcasına ağır adımlarla yürüdü. Bir tek anı bile canlanmıyor, burası artık onun için bir anlam ifade etmiyordu. Evin dört tarafındaki bahçeleri geze geze eve girdi. Banyo sobasını yaktı, sobanın kovasını çıkarıp kapıya koydu. İçeriki odada halalarının gençlik yıllarından kalma ceketlerine, abiye kıyafetlerine baktı. Çoğunu giydikleri günü hatırlıyordu, hele siyah cekete ne kadar bayılıyordu. Halasının meşhur sarı sık dişli tarağını aldı, mutfağa girdi. Yayık makinasına, duvarda ahşap rafta duran emaye kaplara baktı. Üzerinde pek de kesme işlemi yapmaya müsait olmayan eski mutfak tezgahı, altını kapatmak için kullanılan perde ve çocukluğundan beri hep orada duran nuhun gemisi figürlü kupa bardaklara baktı. Bir oda daha vardı. Erzakların saklandığı, karanlık, lambası bile olmayan, lüzum olmadıkça girilmeyen bir oda. Oldu olası korkardı oradan, içerisi sanki büyücü mekanı gibi gelirdi ona, kapısının önünden geçerken bile irkilir, tüyleri diken diken olur, sanki koşmazsa bir şey onu yakalayacak gibi olurdu. Hiç bu işlerle alakaları olmadığını bilirdi ama orası hayaletlerle dolu gibi gelirdi kadına. İçeri girdi, üst üste konulmuş, sofra beziyle örtülmüş, taş gibi yufka ekmekler duruyordu bir köşede. Yemekten önce ekmeği suyla yumuşatırlar, katlayıp yer sofrasının kenarına koyarlardı. Yağ bidonları, turşular, misafir geldiğinde meydana çıkan tabak çanaklar, konserveler, salçalar, çay, biraz da şeker vardı ama hala lamba yoktu. Komik ama odada da korkacak bir şey yoktu. Banyoya girdi, tabureye oturdu, kovaya dolan suyu tasla kafasından döktü, o hep nefret ettiği sık dişli tarakla saçlarını taradı, acıtıyordu ama artık onu da hissetmiyordu.

Tüm ışıklar kapalı, sessiz, kimsesiz ve terk edilmiş bir yer gibiydi. Önünden bir insan, bir araba, yanlışlıkla kaybolmuş, adres sormaya gelen biri, bir kedi, fare, hatta az önceki akrep bile yoktu. İki eliyle iki kanatlı kapıyı çekip dışarıdan kapattı, bu ev demek kendisi demekti. Dağın başında, bir ormanda terk edilmiş, kimsenin gelip gitmediği, içeriye havanın bile girmediği, öylece çürümeye bırakılmış bir ev, tıpkı kendisi gibi. Kimse olmasa da bu ev var olacaktı, kimse olmasa da burada duracak ve varlığını kimseye gerek duymadan sürdürecekti ve bu kapı bir daha ne iyiye, ne müşküle, ne dilenciye, ne de kimsesize açılmayacaktı, tıpkı kendisi gibi. Bir kaç adım geri çıktı, son kez evi süzmeye bile gerek duymadı, kendi içi gibi ezberlediği bu evi, kendi haline, kendine bırakıyordu, böyle daha güvendeydi. Ellerini cebine sokup boynunu atkısına kıstırdı, kapüşonunu iyice çekip arkasına bile bakmadan gitti.

https://youtu.be/pu0gRbdlYPU?si=HXUx6sydbLjkoMPa

Lilith.

Desire

İnsan eski çağlardan beri kendini ifade etmenin bir çok yolunu denemiş, mağaralara resimler çizmiş, papirüsler icat etmiş, tabletlere dizele...