Fiziksel, duygusal veya psikolojik, gerçek ya da hayali zarar tehdidiyle ortaya çıkan, geleneksel olarak ‘olumsuz’ nitelendirilen, potansiyel tehlikeyle başa çıkmak üzere bizi harekete geçirdiği için aslında güvende olmamız konusunda önemli rol oynayan, hem doğal bir duygu hem de hayatta kalma mekanizması olan ve evrensel olarak dünyada herkesin yaşadığı yedi temel duygudan biri olarak kabul gören unsur: Korku.
Tehlikeyi algıladığımızda ilkel beyin, anında tepki vererek sinir sistemini harekete geçiren elektrik sinyalleri gönderir. Bu daha hızlı kalp atışı, hızlı nefes alma ve kan basıncında artış gibi fiziksel tepkilere sebep olur. Kan; kaçmak ya da savaşmak için vücudu fiziksel harekete hazırlamak üzere kaslara pompalanır, deri ise vücudu serin tutmak için terler. Bazı insanlar midede, kafada, göğüste, bacaklar veya ellerde değişimler hissedebilir ve bu fiziksel duyumlar hafif ya da şiddetli görülebilir. Vücut, beyin yön kararını verene dek savaş-kaç arasında kalır. Bazen korku, aslında ortada herhangi tehlikeli bir durum olmasa bile, şaşırtıcı veya beklenmedik bir şekilde tetiklenebilir. Bunun nedeni korku tepkimesinin derhal etkinleşmesidir. Beyin, korkmaya gerektirecek bir şey olmadığını anlayacak yeterli bilgiyi alır almaz korku tepkimesini kapatır ve bunlar saniyeler içinde gerçekleşebilir.
Belirli bir durumla ilgili korkunç bir deneyim yaşandığında; Amigdala adı verilen beynin küçük yapısı, güçlü duyguları tetikleyen deneyimlerin kaydını tutar. Bir şey ya da bir durum güçlü korkuyu tetiklediğinde Amigdala, o şey ya da durumla her karşılaştığında korku tepkisini tetikleyerek kişiyi uyarır. Kişinin belirli nesneler ya da durumlar karşısında kapıldığı baskılı, kaygılı, olağan olmayan, hastalık derecesindeki güçlü korku: Fobi.
Bazı insanlar, doğdukları kişilik özellikleri, miras aldıkları belirli genler veya deneyimledikleri durumlar neticesinde bazı konularda hassasiyet geliştirerek, kendisini bu duruma karşı bilinçdışı olarak koruma eğiliminde olabilir. Korku, kişinin hayatta kalma mekanizmasının bir parçası olarak doğal bir tepkimedir ve hem gerçek tehditlerden, hem de hayali tehditlerden kaynaklanabilir. Ancak; korku kısa süreli ve baş edilebilir olduğunda yararlı ve olağan sayılırken, fobilerde durum doğal ve olağan davranışlara engel olur ve kontrol dışı mekanizmalar haline gelir. Korku esnasında Amigdala acil durum alarmına basıp kişiyi tehlike için uyanık ve dikkatli halde tutar ve tehlike sona erdiğinde alarm da kapanır. Fobilerde ise alarm daima açık haldedir ve bir anlık yatışma söz konusu olsa dahi Amigdala tehlikenin geçtiğini kabul etmez. Bu arızalı alarm, kişinin iç dünyasında bitmek tükenmek bilmeyen bir vesvesenin hakim olmasına, her an tehlike ve saldırı altında olduğuna dair tetikte kalmasına yol açar. Her an tetikte olan kişi, beklediği saldırı ya da tehlikeyle karşılaşamadıkça daha fazla tetiklenir, kendisini yatıştırabilmesi için hazır olduğu ve tahmin ettiği yerden vurulacağına inanır ve karşılığında hiçbir hareket görmedikçe yatışmak yerine daha fazla düşünür, senaryolar üretir. Neticede korku fobiye, fobi panik atağa, panik atak anksiyeteye, anksiyete de depresyona dönüşerek, kişinin bütün kontrolünü ele geçirir.
Fobiler, günlük hayatta kişinin bir huyu, mizacı olarak algılanması nedeni ile dikkate alınmaz ve üzerinde durmaya pek gerek görülmez. Hayat kalitesini, kendine güveni son derece etkileyerek sistemin işleyişine zarar verdiği ve akan hayata odaklanmayı önlediği fark edilemez. Hepimizin aşina olduğu kapalı alan, açık alan ve örümcek fobilerinin dışında, fobilerin absürt noktalara kadar giden bir çok çeşidi vardır. Örneğin; Geletofobi, insanların kendisine gülmesine ve alay etmesine karşı geliştirilen aşırı korkudur. Atelofobi, kusursuz olmama korkusu, Cherofobi, mutlu olma korkusu, Pistantrofobi, güvenme korkusu iken, Tetrafobi, 4 rakamına karşı geliştirilen korkudur.
Gelişen ve açığa çıkan bir çok fobinin temelinde, kişinin geçmiş yaşantısında başına gelenlerden yaptığı çıkarımlar, hayal kırıklıkları, yıkımlar, karma inancı, (bkz. What goes around comes around) ihanet, duygusal zararlar, değersiz hissetme, önemsizleştirilme ve çocukluk temelinde öğrenimler yer alır. Örneğin: ebeveynleriniz çocuk sahibi olmak için yıllarca hayal kırıklığı yaşamış, belki bir kaç bebek kaybından sonra siz dünyaya gelmişsinizdir. Bunun neticesinde siz en kıymetli tek varlık olarak üzerinize titrenerek büyütülürsünüz fakat; size duyulan kaybetme korkusu, sizden mahrum kalma, sizsiz kalma, terk edilme ve tüm değerleri olan sizin, bir gün olmayacağınız düşüncelerinin duygu aktarımlarını da öğrenirsiniz. Evet duygular fiziksel materyaller değildir, görülemez, dokunulamazlar ama öğrenilebilir ve aktarılabilirler. Asla bir bebeklerinin olmayacağını düşünen ebeveynlerin kendilerini eksik, mahçup ve kusurlu hissetmesi, belki düşük yapılan bir hamilelikle annenin sorumsuz ve suçlu görülmesi, bebeğini düşürmenin hayal kırıklığı, işe yaramaz hissetmesi, işlevsiz ve kendini hiçbir şeye layık görmemesi, sahip çıkamadığı için yaşadığı suçluluk, toplum içinde hor görülme korkusu, başarısız olmak ve toplumun doğurma görevini yerine getiremediği için aşağılık kompleksine giren bir anneniz olabilir. birlikteliğin sürdürülmesini yalnızca bebeğe bağlayan ailelerde şartlı sevgi açığa çıkar, kişi toplumun biçtiği biyolojik görevi yerine getirememekten utanç duyar ve kendisini eksik görür. İşe yaramaz ve değersiz kimliğe bürünerek iç yıkım yaşar, bebeği olmayan baba ise; evlat sahibi olamamanın eksikliği ve zedelenen gururu ile iletişim kopukluğu yaşarken, iki kişi arasındaki bağ gittikçe zayıflar. Birbirini severek aile kurmak isteyen iki kişi, birden üçüncü kişinin olmayışının zorluklarıyla kendi iç dünyalarında kendilerini yerden yere vurarak değersizleştirir, çoğunlukla bu durumu birbirlerine yansıtmasalar da, siz bunların farkında bile olmadan size aktarılır ve siz bile buna ihtimal vermeyebilirsiniz.
Frontal Lob, Frontal Korteks ya da Lobus Frontalis olarak adlandırılan beynin ön kısmı; akıl yürütme, problem çözme, karar verme, plan yapma, davranış düzenleme, dikkati yönlendirme, duyguları kontrol etme ve motor becerileri yöneten kısımdır. Ergenlik dönemine kadar beynin ön lobu hariç geri kalan tüm kısımları (Amigdala dahil) oluşumunu tamamlar ve ergenlik dönemi bitene dek ön lob oluşumu tamamlanmaz. Bu dönem akıl ve mantığın devre dışı ve henüz kullanıma hazır olmaması nedeni ile kişiler bilinçli davranışlar sergileyemez ve içsel anlamlandırma sorunları yaşarlar. Ergenliğin zorlu olmasının nedeni de beynin gelişimini henüz tamamlanmamasından kaynaklıdır. Anksiyete çoğunlukla ergenlik döneminde baş gösterir ve tam olarak ergenliğin anlam verilemeyen davranışlar dönemi olması nedeni ile dikkate alınmaz. Bu dönemde analiz edilemeyen davranışlar, dönem bittiğinde artık kalıcı hale gelir ve 20’li yaşlar itibari ile kişi tamamlanmış olan beynin kayıt altına aldığı davranış, tutum ve mekanizmalarla yaşamını sürdürmeye başlar ve ne yazık ki çoğunlukla bunu fark edemez…
Karar verdiği bir çok noktada bilinçaltının seçimleri ile yaşar, oturmasından kalkmasına, çay içmesinden omuzlarının duruşuna kadar tüm davranışları birinin eseri ya da kopyasıdır. Çoğunlukla kendimize mentor olarak seçtiğimiz, onun gibi olmak istiyorum diye özendiğimiz, sevgisini pek göstermeyen ve o sevgiyi göstersin diye binbir çaba içine girdiğimiz kişinin davranışlarını aynalar ve kendimize monte ederiz. Mantık davranışlarımız mentora, duygusal davranışlarımız genelde taşıyıcımıza benzer. Çocuk genel manada mentorün kendisini takdir etmesini, sahiplenmesini, sevmesini, önemsemesini, görmesini ve değer vermesini bekler. İçten içe onun takdirini almadığı her şey için kendini suçlar, eksik, faydasız ve kırgın kimliğe bürünür. Ne yapsa yaranamadığını, sevilmediğini, layık olmadığını, kimsenin kendisine değer vermeyeceğini kanıksar. Öyle ya mentorünün sevmediği birini başkası neden sevecekti ki? Mentorü bile kabul etmezken, kendi kendini nasıl kabul edecekti? Nitekim görmezden gelme ve kaygılı duygular eşliğinde yetişkinliğe erişen çocuğumuz, bir gün terk edileceği, sevginin sahteliği, kandırılma korkusu, kendi kendini sevememesi, buna bağlı olarak da dış dünyada kabul göremeyeceğini düşünmesi, kendi kendini ezmesi ve olumsuz tek bir cümle ile bütün hayatını soyutlayarak görülmez hale gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Birbirine bağlı bir zincir gibi her yaşadığını üstüne ekleyerek yeni korkularla hayatını sürdürmeye ve bilinçaltındaki kişiyi aramaya devam edecektir.
Kendisine duyduğu güvensizlik dış dünyaya yansımak zorundadır. Kırılgan ve anlaşılmamış kişiliği için için duyulmak üzere ağlasa da, çocuğumuz bunu örtmek ve normal davranmak için ekstra çaba harcayacaktır. Kendine güvensizliği başkasına şüphe ile bakmaya, kendi tecrübeleri başkalarının da yapabileceğini düşünmeye, kesinliğinden ikna olmaya, kaygı duymaya, korkulara ve bu korkular kontrol altında tutma isteğine dönecektir. Telefon görüşmelerinden mesajlara, internet aramalarından sosyal medyaya, sosyal hayatta kiminle konuştuğundan konumuna kadar her şeye müdehale etmek isteyecektir çünkü kontrol etmek, korkunun temeline inip yüzleşmekten daha kolay gelir. Kontrol etme isteğinin yalnızca sorunun üzerini örtmek olduğunu görmek istemez, şunlar şunlar olursa içim rahat eder diye düşünür ancak fobilerin bu şekilde çalışmadığından habersizdir.
Anksiyete ya da psikolojik problemlerin çözümüne bakıldığında Marsha Linehan bize 4 seçeneği işaret eder: Bırakmak, değiştirmek, kabul etmek veya sefil olmak. Sefil olmayı isteyenler buradan derhal ayrılırsa sevinirim. Elbette seçimlerinize saygım var lakin, farkında olmamak için direnç gösterecek zekaya sahip insanlarla muhatap olmak istememek de benim seçimim, lütfen siz de buna saygı duyun. Diğer seçeneklere bakacak olursak, üç seçeneğin bir seçeneğe çıktığını görebiliriz: Kabul etmek. Kabul etmek: bir durumu, olayı, kişiyi veya kendimizi olduğumuz gibi kabul etmektir. İçsel düşüncelerinizin ve duygularınızın, onları dışlamadan, utanmadan, görmezden gelmeye çalışmadan olduğu gibi kabul etmektir. Her ne olduysa, kim yaptıysa, başımıza o ya da bu şekilde, kendimizden ya da başkasından ne geldiyse olduğu gibi kabul etmek ve affetmek. Affetmek, sandığınız gibi hiçbir şey olmamışçasına, üzülmemiş, gücenmemiş, yaralanmamış gibi davranmak değil, aksine artık geçmişte olanları değiştirmek için elinizden gelmeyen şeyler için kendinizi yıpratmamak ve ne olduysa oldu ne yapalım demenin başka bir şeklidir ve affetmek dünyanın en hafifletici duygusudur. Affetmek kendinizi özgür kılmanın en medeni yolu ve kendinizle barışın kapısının açılmasıdır.
İnsan kendisi fark etmedikçe hiçbir şeyi değiştiremez. Öncelikle kendinizi her nasılsanız kabul etmek ve akabinde kendinizde sevmediğiniz ya da başkalarını rahatsız etmesinden rahatsızlık duyduğunuz şeyleri bırakma yolunda ilerleyebilirsiniz. Unutmayın, dün için yapacak bir şey yok ama yarın için hala kendimizin en iyi haline erişimenin yolları açık. Kimsenin, kendiniz de dahil mükemmel olmadığını, hata yapmanın doğal bir insan davranışı olduğunu, insanların başına her şeyin gelebileceğini ve isterseniz her şeyin mümkün olduğunu kabul edin. Tepki gösterdiğiniz durumların kendi iç dünyanızda neler oluşturduğunu ve isteklerinizin altında yatan sebepleri konuşmaktan çekinmeyin. Nasıl olsa insanlar sizi o ya da bu şekilde yaftalayacaklar, başkalarının davranışlarını kontrol altında tutmak yerine kendinize güvenin. Acaba bunu dersem ne olur, arasam ne yapar, yazsam ne çıkar, kızsam ne der diye düşünmek yerine eyleme geçin. Eyleme dönüşmeyen hiçbir şeyin kıymeti yoktur ve kendinize şunu sorun: Deneyerek en fazla ne kaybedersiniz?
Gideyim de Devlet Bahçeli’nin çay içtiği gibi kahve içerek müzik dinleyeyim.
Lilith.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder