Haklı ya da suçlu olmak, yenilmek ya da kazanmak, kabullenmek ya da reddetmek… söz konusu seçimler arasında sıkışmak olduğunda, tercihiniz kaybetmekten yanaysa bir yolu var: İnkar etmek.
Herhangi bir yarışta birbirini geçmeye çabalayarak; daha iyi sonuç alınmasıyla zafer gayesi güden ve üstünlük sağlanması amaçlanan durumlara rekabet denir. Rekabet aynı işi yapan iki firma, aynı dalda yarışan iki sporcu, takım, siyasi partiler ya da hayvanlar arasındaki kazanma amacı güdülen bir performans yarışıdır. Taraflar arasındaki birbirini mağlup etme, önde olma ve daha iyi olduğunun ortaya konulması sonucunda sağlanan zafer; ister bir müsabaka takımı, ister Eurovision, ister F1, isterseniz bir siyasi parti olsun, kişiye dahil olduğu grubun doğru olduğu tatminini sağlarken; şahsi bir övünç, gurur ve toplumun onayladığı durumun içinde olmanın verdiği kıvanç ile kabul görmenin ispatlanması duygularını yaşatır. Ayrıca saldırgan bir hırsa dönüşmediği sürece oldukça tatmin edici, insanı doyuma ulaştırabilen, mutluluk verici bir durumdur. Fakat rekabet yalnızca aynı kulvarda olan iki tarafın birbiriyle aşık atması ve rüştünü ispatlama çalışmasıyla görülmez, aynı zamanda iki tarafın şahsi güç savaşının intikama dönüştüğü ve adına düşman denilen iki cephe ya da kişi arasında da ortaya çıkar. Hepsinin bu yarış ve rekabet neticesinde kazanmayı beklediği ve hedeflediği bir nesne, materyal ve ünvan varken, rekabetin ve rakipliğin söz konusu dahi olmaması gereken bir olgu vardır: Aşk…
Rekabet doğru stratejiler, antrenmanlar ve çalışma programları ile hazırlanarak sürdürülmesi gereken, sistemli şekilde hedefe yönelme ve amaca hareket etme şeklidir. Neticede kim kazanırsa kazansın, karşılığında tescillenmiş bir marka, madalya almış bir sporcu, kupa takdim edilen takım, bahisçisine para kazandıran bir kupona dönüşeceği ve bir güruhun ya da taraftarın bu sevince ortak olacağı aşikardır. Peki o zaman bu durumda soralım: Kişisel rekabet tam olarak neyi kazanmayı hedefler?
İnsan doğası gereği nötr ya da pozitiftir. Negatif içerikler yaşam içerisinde aktarılan ve oluşan durumlarken, normal şartlarda insanın hamurunda kötülük yoktur. Lakin insan; yeterli onaylanma, kabul edilme, görülme, takdir edilme, anlaşılma, empati, koşulsuz sevgi ve değer hissi alamadığında pozitif duygular da negatife evrilmeye ve kişi kendi kıymetini, yeterliliğini sorgulamaya başlar. Bu durum kırılgan yapının saldırı altında olduğunu düşünerek savunmaya geçen bir iletişim biçimine, kişiselleşmesine dönüşür ve etki-tepki dönüşü bizden birer yansımalar oluşturmaya başlar.
İnsan kendi içinde eksik gördüğü ve çatıştığı noktaları dış dünyadan saklayarak, göstermeyerek ve üstünü örterek görmezden gelmeye çabalar ve özgüvenli duruş sergilemeye gayret ederek yaşamını sürdürmeyi dener. Nitekim muhtemel suretle kendine olan sevgisizliğinden rahatsızlık duyulabileceğine, istenmeyeceğine, dışlanacağına, kendisinden uzaklaşılmasına sebep olacağına derin bir inanç duyar ve bunları utanılacak birer durum olarak etiketleyerek derin bir yara açar. Bu durumu giderme dürtüsü mükemmel olma zorunluluğunu tetikleyerek; kendini kusurlu göstermekten nefret eden, güçsüz ve aciz yaftası yiyebileceğini düşünen, iyi ve güzel olana layık olamayacağını kanıksayan, dışarıdan eksiksiz ama içeriden mutsuz olan çarpık bir duruma dönüşür. Kendi iç dünyasından hayli uzaklaşma isteği duyan kişi, özbenliğinin açığa çıkması korkusuyla tepkime geliştirir ve bu yoksunluklarla baş etmek, birlikte yaşamak güçleştikçe kendisi ile arası açılmaya, kendisine sevgi duymamaya ve kendisine mesafe koymaya başlar. Karşısındakinin anlatımları içerisinde yer alan cümlelerden ve aktarılan durumlardan ‘bunu demek istedi’ şeklinde doğruyu yansıtmayan çıkarımlarda bulunur ve alınganlaşır. Kendisini değersiz, yetersiz ve önemsiz gören kişi, yalnızca sözlere değil, davranışlara karşı da hassastır çünkü kendi içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir ‘yüzüne vurulma’ korkusuyla didişip durmaktadır. Partnerine cinsel olarak yetemediğinden, fiziksel görüntüsüne, konuşma biçiminden, yemek yemesine kadar bir çok konuda kaygı ve onaylanmama korkusu yaşayan kişi, içindeki yaraların görülmemesi için dürüstlük tavrı takınır. Dürüstlük tavrı, kişinin her düşündüğü ve hissettiğini, tüm olan biteni, kendisini eleştirmek dahil olmak üzere tartmadan konuşması ve dış dünyaya kendisiyle barışık imajı çizmesini sağlamakta kullandığı bir yöntemdir. Aslında eleştirel olarak yaklaştığı durumların çoğuna hissettiği eksiklik ve kabullenilmezliği örtmek ve ‘benim böyle dertlerim yok, beni buradan vuramazsınız’ diyerek hedef şaşırttığı bir kendini koruma biçimidir. Dilinin söylediği dış dünyaya eğlenceli kahkahalar artırırken, iç dünyası söylediğinin aslında hiç de komik olmadığını bilir. Bu durum, toplum içerisinde yaşayan insan ırkının sosyal bir canlı olması nedeni ile iletişimsel olarak kendi varlığını ortaya koyma, kabul edilme ve görülme biçimlerinden biridir.
Kişi kendi içerisinde derin bir mutsuzluk ve değersizlikle kaplıdır. Üstben (süperego) insanın toplum kuralları, ortak değerler ve dışa uyum sağlamasına yönelik çalışan bir mekanizmadır. Altben (id) ise; kişinin iç dünyasındaki tutku, kendini ortaya koymak ihtiyacı ve arzularını yaşamak isteyen diğer mekanizmadır. Altben kendi isteklerini yerine getirme ve zevk, doyum gibi yaşantılara erişebilmek için Üstben’in, yani toplum kavramlarının izin vermesini beklemek zorundadır. Üstben, dış dünyaya olan tavır ve tutumlarımızı belirlerken, ortama ayak uydurma ve dışlanmama gibi kaygılarla Altben’i isteklerini yerine getirmekten alıkoyar. Kendisini bastırılmış ve susturulmuş hisseden Altben, dönem dönem öfkelenerek Üstben’e isyan eder ve kendisi olmasına izin vermediği, tatmin isteğini engellediği için Üstben’le kavgaya tutuşur. Bunun sonucu kişi, sürekli kendisini eleştirdiği, kendisine eziyet ettiği, kırıp döktüğü, kabuk bağlamamış yaralarını kanattığı, hırsla kendisini yerden yere vurup aşağıladığı ve öfkesini acımasızca ‘senin yüzünden’ diye kendine yönelttiği bir iç savaşın içinde kalır. Hani bazen duygusal bir acı yaşar ve bunu mantığa bürümeye çalışırken içimizde yanardağ patlaması gibi bir ağrı ve ateş hissederiz ya, işte bu acının sebebi tam olarak kendi içimizdeki savaşın başlamasıyla oluşuyor. Kendimize başkasının verdiğinden daha fazla zarar verip, daha çok eleştirip, bunları hak ettiğimize korkunç bir şekilde inanıyor ve muhtemelen bu kadar acıtmayacak ve çözüm sağlanacak bir durumu bu savaşla çıkmaza sokuyoruz.
Ve tabi yapımızda bu kavgayı ayıracak ve orta yolu bulacak, mantıklı olanı seçecek bir hakemimiz de bulunur: Ego. Ego, Altben’in küskün ve kırılmış olarak kalmasına ya da Üstben’in acımasız diktatörlüğüne müsade etmek yerine uyumlu olmaları için ne yapabileceğini analiz eder. Lakin Altben, yeterli olmadığı ve sürekli başka insanların kendisinden daha iyi olduğunu düşünen küskün ve incinmiş bir çocukken; Üstben ile hareket etmenin daha doğru olduğuna karar verir. Bu durum kişinin, daima dış dünyanın gözünde iyi, uyumlu, sempatik, iletişime açık ve anlayışlı davrandığı görüntüsü sağlasa da, Altben için için kendini kendisine bile kabul ettirememiş, sindirilmiş, görmezden gelinerek bastırılmış olmanın üzüntüsünde boğulur. Ego zaman zaman Altben’in gelişimi için onu ikna etmeye çalışsa bile, Altben artık hiçbir şeye layık olmadığına, kendisini korumakla yükümlü olan kendinin bile zarar verdiğine, dışlandığına ve başka herkesin kendinden daha iyi olabileceğine inanmıştır bile. Sonuçta açığa çıkan kimlik, yalnızca dış dünyayla var olabilen ve kendi içinde yaralı olduğu için o yaraya dokunamayan, kusur olarak gördüğü duygularını içerde saklayan ve dizginlemeye çalışan birine dönüşür. Altben’in bu kavgadan hasar alarak köşeye sinmesi ile sistem uyumsuz bir uyum ile çalışmaya başlar ve böylelikle iç dünya ile bağlantı sekteye uğrar…
İnsan familyası, içinde bulunduğu şartlara adapte olma konusunda kendini geliştirmiş ve kolay uyum sağlayabilen bir türdür. Kişi, kendi içindeki savaştan çekilen Altben’in yokluğuna bir süre sonra alışır ve normal olarak adlandırdığı haliyle yaşamını sürdürmeye devam eder. Fakat bir şeyler sürekli eksik gibidir, bu eksikliğin ne olduğunu anlamlandıramaz ve koca bir boşluk hissetmeye başlar. Zaman zaman hayatı sorguladığı, neden varım dediği, amacının ne olduğunu anlamaya çalıştığı, hatta ölmek istediği çeşitli evreler arasında dolaşır durur. Kitap okuyarak, film izleyerek, sosyal etkinlik ya da tatil yaparak içindeki donukluğu giderebileceğini ve harekete geçirebileceğini düşünür. Deneyebileceği tüm yolları dener, kendini sınar, bu derin boşluk ve aidiyetsizlik hislerinden arınmaya ve bir çıkış yolu bulmaya çalışır. Lakin aradığı şeyin dış dünyada değil, iç dünyasında olduğunu anlamaz, anlasa bile küskün ve yaralı bıraktığı Altben’i derin uykusundan uyandırıp, tedavi etmenin ne denli zor olduğundan korkar. Çünkü Altben’i uyandırmak demek, zar zor durdurduğu kavganın, kin ve hınç dolu bir savaşa dönmesi ve katilinin geri dönmesine müsade etmek demektir. Peki ya sizi dış dünyadaki tüm tehlike, saldırı ve savaşlardan koruyan Altben, küstürmenize rağmen ağır aksak ve gönülsüz de olsa işini yaparken, aşık olursanız ne olur?
Her insanın algı ve tanım biçimi kendisine hastır. Dünyanın en güzel kadını ya da en yakışıklı erkeği dediğiniz kişi, bir başkasının gözünde vasat olabilir ya da kayda değer görünmeyebilir. Bu durum her bireyin zevkleri, tercihleri, seçimleri, seçilimleri ve isteklerinin farklı olduğunu, kimsenin birbiriyle aynı olmadığını ve bu aynı olmayışlığın yalnızca tipoloji olarak değil, düşünsel olarak da mevcut olduğunu göstermek için örnek olarak kullanılabilir. Aşk, hormonların yükselmesiyle birlikte oluşan komplike kimyasal bir durumdur. Nefes alışınızdan, ellerinizin terlemesine, kalp atışınızdan göz bebeklerinizin büyümesine varana kadar bir çok farklı semptom görülmesini sağlar. Aşık olduğunuzda ‘dopamin’ adı verilen mutluluk hormonu salınımı başlar ve bu salınım aynı zamanda iki kişi arasındaki bağı oluşturmak için de çalışır. Bağ kurulumu ‘oksitosin’ oluşumunu tetikleyerek dokunma, temas etme isteği açığa çıkarır. İçimize sinen bu dayanılmaz tene; dokundukça dokunmak, sahip olmak, bize ait olduğunu bilmek bu hormonları daha da artırır. Akabinde göğüs kafesimizin içine sokmak, bir an bile yanımızdan ayrılmasına tahammül edemediğimiz, nefes gibi solumak istediğimiz kişinin bir çift koca gözüne duyduğumuz heyecanı salgılayan ‘adrenalin’le tanışırız. Müthiş bir keyif, doyumsuz bir haz almaya başladığımız bu gözlere her baktığımızda ‘noradranalin’ salgılarız ve bizim de gözlerimizin içi parlar. Kişi, içine yerleşmiş olan derin boşluğun akıl almaz derecede aşkla dolduğunu, coşkunun, yaşam hevesinin, hayattan zevk almanın bile geri döndüğünü fark ederek, daha umutlu olduğu bir ruh haline girer. Bu duygulara ve yaşadığını anlamaya duyduğu derin özlemle ‘Neden bu kadar geç kaldın?’ diye hem mutlu hem buruk hisseder. Ama öyle ya, bu güzelim mutluluğun içinde karamsarlığa boğulmanın, neden daha önce gelmedi diye dövünmenin alemi yoktu, aşkı bulunca yaşamak ve onunla bir olmak gerekirdi.
Nitekim aşkla gelen kusursuzluk, yaşamın her noktasına dokunmaya, en çok sıkıldığımız şeyden bile şikayet etmememizi, küçük bir çocuk gibi şımarmamızı, sevmenin verdiği coşku ve neşeye kapılmamızı, kendimizi önemli, kıymetli ve değerli hissetmemizi sağlar. Rüyalarımıza bile sirayet etmeye, siyah bir boya kutusunun içine çözelti atılmışçasına içimizdeki karanlığın renginin açılmasına ve kara bulutların dağılıp güneşin doğmasına yol açar. Aşk, sen ne güzel şeysin… Tüm bunlar insanın varlığının, yaşadığının ispatıdır. Elbet hayat bir çok sorunla gelecek ve bu sorunlar belki hiç bitmeyecek, sonuçta aşkın varlığından daha önemli ne olabilirdi? Kırk yılda, bin yolda bir bulunan, eşsiz ve kıymetine paha biçilemeyen bu kudret, içimize işleyen sonsuz ve her şeyi yapabileceğimize inandığımız bu sarsılmaz güç, başka neyle sağlanabilirdi? Birbirini övmeye, her anı paylaşmaya, yaşantıya dokunan sihirli bir el gibi her şeyin değişmesine ve güzelleşmesine müsade etmemek için nasıl bir sebep olabilirdi? Bulduğunda sahip çıkmak ve ait kalmaya sadakat göstermek dışında ne yapılabilirdi? Asla gitmesini istemeyeceğimiz bu muvaffakiyet, tenimizi bile güzelleştirip ışıl ışıl parlatırken, bizden gitmesine müsade etmek için ne tür bir aptal olabilirdik ki? Gitmesin, kalsın diye elimizden geleni yapmak, tutup bırakmamak, daha fazla aşk ve bağlılık kurmayı istemek dışında ne gayemiz olabilirdi? Gitmeyecekti, burada, daima göğsünde, kollarında, boynunun altında kalacak, asla ihanet etmeyecek ve bağlı kalmak için elinden geleni yapacaktı… Ama ya giderse?
Aşık olduğumuzda tüm kıymetli ve üstün hediyelerin en güzeline nail oluruz. Biz yaşamanın ne olduğunu daha öncesinde tatmamış, tanımamış ve bilmiyoruzdur, bir nefes, sebep, amaç katmıştır ve bu amaca hizmet etmek ne büyük gurur, onur ve şereftir. Ancak aşık olduğumuzda bizi göklere çıkaran ve tüm kimliğimizle teslim olduğumuz halde bizi anlamsızca dürten, kuşku ve şüphe uyanmasına, korkmamıza sebep olan bir şey daha olur. Tıpkı kaygı ya da anksiyete bozukluğu adı verilen obsesif kompülsif bozukluklarda görüldüğü gibi ‘seratonin’ seviyesi %40 düşer ve bu durum saplantı, kaybetme korkusu, kaygı gibi durumları açığa çıkartır. Bir zamanlar küsmüş ve kendini gerçekleştirmek istediği için çıkardığı isyanı bastırdığımız bir Altben vardı hatırlar mısınız? Duygularımızı, isteklerimizi, arzu ve tutkularımızı açığa çıkarmak isteyen ama hiç ilgilenmediğimiz için pes eden, hani şu eksik ve kusurlu gördüğümüz için ortaya çıkmasını yasakladığımız, dövüp, sövüp hasarlı bıraktığımız Altben…
Sustuğunda sorun olmamasına rağmen, en ufak bir hamleyle tetiklenebilecek hassasiyette olan Altben, kendi içindeki değersiz olma halini ‘ben buna layık değilim, beni neden sevsin, gidecek, istemeyecek beni, nasıl biri olduğumu anladığında terk edecek, başkaları benden daha iyi, daha iyisini bulunca beni bırakacak, yetmeyeceğim ona, kaçacak benden’ diye söylenerek ağlamaya ve mahallenin dedikoducu teyzesi gibi fitne fesatlık yapmaya başlar. Bir an devreye giren hakemimiz Ego, kendi kendine yatıştırma yöntemini denese de bu durum kısa sürecek ve tekrarlara, hatta gittikçe artan halde devam etmeye, kaygı seyrine ve korkuya dönmeye başlayacaktır. Aşık olduğu kişiyi gökyüzünün çatısına oturtan Altben, ona ulaşamayacak kadar aşağıda olduğunu, bu kusursuzluğa erişemeyeceğini, aşkına ulaşmanın bir yolu olmadığını, ona ulaşacak kadar yeterli olmadığını, değer verilmeyeceğini ve sonunda eşit seviyede olmadıkları için kendisinden vazgeçileceğini düşünür durur. Oysa iki aşık denkti, bu denkliği bozup aşkını gökyüzüne oturtan kendisi değil miydi?
Kaybetme korkuları, aldatılma, kandırılma ve ihanete uğrama sanrıları arttıkça artar ve Altben ayaklarını uzatıp arkasına yaslanarak tadını çıkarması gereken anda, lavlar halinde yakıcı hale bürünerek hızla yayılır ve her yeri kaplamaya başlar. Altben bu kaybetme korkusunun gereksiz olduğuna, kendisine duyulan derin aşkın gerçek olduğuna, aşkının onu sevmeyi canı gönülden istediğine, aralarındaki bağdan mutlu olduğuna, aşkının kendisine ait olmaktan memnuniyet, şeref, onur duyduğuna, egosunun yalnızca onu memnun etmek için çalıştığına, gitmek istenmediğine, yanında kalmak, yarasına zarar vermekten kaçınıp iyileşmesi için elinden tutup yardım edeceğine, kendisiyle olmaktan başka bir gayesi olmadığına, kendisini sevgiye ve aşkının küçük kollarına bırakmasının, kabullenip aşka teslim olmasının yeterli olduğuna türlü ikna olmaz. Oysa ağrıyan midesini sakinleştirip kollarında uyutan, öperek, sarılarak seven, küçük kaşığı olmaktan memnun olduğu, o varken kendisine bir şey olmazmış gibi hissettiği aşkı o değil miydi?
Altben kusursuz gördüğü aşkı kadar kusursuz olmadığını düşünür ve teslim olmaktan dehşet verici boyutta korkulu sancılar duyar. Teslim olursam daha çok canım yanar, ölür mahvolurum, ortaya çıkmama izin verilmemişti, eğer kaybedersem tamamen gözden düşerim diye düşünür ve bu düşünceler sürekli alevli bir hastalık gibi körüklenir, yalnızca ruhun can çekişmesine değil, bedenin de ağrılar içinde kıvranıp acı çekmesine neden olur. Altben artık ‘ben körüm’ demektedir. Hadi buyur… Ego, Altben’in bu düşünceleri aşması için yardım etmeyi denese de Altben’in ‘ben böyleyim’ diye savunduğu kırgın kabullenilmişlik, gurura, hayat memat meselesine, öfkeye dönüşür ve kaybetmenin kendi varlığına karşı bir tehdit olduğunu düşünerek saldırıya geçer. Ve aşk her yere sirayet ederken, Altben bütün kontrolü devralarak yönetime darbe gerçekleştirir. Korkularını yenmek, sakin kalıp gözlemlemek, gerçekten bir tehlike var mı diye bakmak ve baş etmek yerine bir takım yöntemler geliştirir, kaygılarının azalmasını yerine getirilecek şartlara bağlar; tabi bunlar yapılırsa yine sevildiğine ikna olmayacaktır ama yapılmazsa sevilmediği hükmünü derhal vermesini kolaylaştıracaktır. Bir çok sınama ve teste tabi tuttuğu aşk kaldırabileceğinden çok daha güçlü hislerle gelir, istediğini yapmasını dilerken bir yandan da için için yapmamasını ister. Çünkü kırılacağına olan sonsuz güveni, kendisinin hiçbir şeye değmediğini daha kolay ikna olacak, istediğini yaparsa beni kandırmak için yapıyor, bu yeterli değil başka bir sınav yapalım diyecektir. Her şey ve herkesi tehdit olarak görmeye başlar, her hemcinsine elinden alacak potansiyel kişilermiş gibi davranmasına yol açar. Bastırılmış kimlikler açığa çıktığında kontrol edilmesi zor, güçlü bir çeşit zehirlenme meydana gelir. Kişi bu tür bir duyguları kontrol etmeyi daha önce deneyimlememiş olmanın tecrübesizliği ile karar mekanizmasına hükmedemez, mantıklı düşünemez, her yanı yüksek duvarlarla örülü bir odada sıkışmış gibi klostrofobik hissederken, şimdiye dek bastırılmış olmanın da intikamını almak isteyerek, kendisini görmezden gelen, bir türlü sesini duymayan Üstben ve Ego’yu devre dışı bırakır.
Altben kaybetme korkusunu sadece çevreye değil, aşkına da yansıtmaya başlar ve onu kontrol edebilirse gitmesini önleyeceğine inanır. Kontrol edilemeyen gücün bizzat kendisi halini alan Altben, aslında ikna olmak ya da yatıştırılmak değil, hala yaralı olduğu için iyileşmek istediğini, bu saldırgan ve hatalı davranışların bu nedenle ortaya çıktığını söyleyemez çünkü daha önce dinlenmemiş, örselenmiş, önemsenmemiş, kıymetsizleştirilmiş ve daima itilmiş olandır, varlığını ancak böyle sürdürmesinin mümkün olabildiğini düşünür. Lakin dışarıdan korumaya, sakınmaya çalıştığı aşkını, içeride ne kadar sıkıştırdığını gözardı eder ve yanında olduğundan emin olduğu sürece buna odaklanmayı bile aklına getirmez, panik ve stres altında yanlış anlamaya müsait haldedir, adeta gözü dönmüştür ve tek sakinleştiricisi aşkıdır. Yine de hiçbir yolla ya da hiçbir şekilde gitmeyeceğine ikna olamadığı için aşkıyla çatışmaya ve onu potansiyel can yakıcı unsur ve zararın kendisi olarak görmeye başlar. Bu Altben’in kendisini korumaya çalıştığı yanlış bir savunma mekanizması davranışıdır. Altben gökyüzünün çatısına oturttuğu aşkını artık boğazından çatıya asmış ve can çekiştiğini bile göremeyecek haldedir…
Her şeyden önce Altben dediğimiz şeyin içimizde bizden ilgi bekleyen ve ağlayan kendi çocukluğumuz olduğunu bilerek yaklaşmak gerekir. Travma yalnızca yaşadığımız kötü deneyimler değil, aynı zamanda yaşamak isteyip yaşayamadığımız beklentileri de içerir. Potansiyelimizi gerçekleştirememek, dinlenilmemek, gözlerimizin içine bakılmaması bile bizi değersiz ve layık görmemeye itebilir. İnsan kusur aradığı sürece bulabileceği bir çok şey varken, meselenin özü kusur bulmak değil, kusurları ile kabul etmekte yatar. Kendimizi kendi kusurlarımızla kabul etmek, kendimize yaptıklarımız için affetmek ve içimizde uhde kalan yaraları sarmak için neyi bekliyoruz? Her bireyin kendisinden şikayetçi olduğu bir şeyleri mutlaka var, mükemmellik yargısı da bir çok durum gibi kişinin kendi algısıyla ilişkilidir ve acı ama gerçek olan şu ki: mükemmel diye bir şey yoktur. Kendinizle ne alıp veremediğiniz var hiç sordunuz mu? Neden bu kadar öfke duyuyor, bu öfkeden besleniyor ve iyi bir şeyi kendinize layık göremiyorsunuz? Sizi diğer insanlardan kusurlu ve eksik yapan şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz? İnsan fiziksel olarak kendisini beğenmiyorsa spor yaparak değiştirebilir, kilosundan şikayetçiyse doğru beslenmeyle düzeltebilir, yeterli bilgisinin olmadığını düşündüğü konuda araştırma yaparak öğrenebilir, hastaysa doktora gidip tedavi olabilir, peki siz küstürdüğünüz Altben’in gönlünü almak için ne yapıyorsunuz? Destek almak, yardım istemek, çözüm aramak ve bu çözüm için birine ihtiyaç duymaktan neden utanıyoruz? Biz ömrü daha ne kadar vefa edeceği belli olmayan insanlar, bütün mutluluğu ve koca bir hayatı neden gururumuza yenik yaşamayı seçiyoruz? Kendimize dürüst olup kabul etmediğimiz hiçbir şeyi aşmamızın yolu yoktur, değişim kabullenmeyle başlar, kaybetmek inkar ederek. İlişkiler iki kişinin aynı takımda yer alması, aynı hedefe gitmesi ve aynı amaca hizmet etmesidir, peki siz neden aşkınızı düşman olarak görüyor ve rakip haline getiriyorsunuz? Oysa biz 1+1’dik, neden 1-1 olması için mücadele ediyoruz? Kendi gururumuza yenik düşmenin tekrar iç savaşa döneceğini ve daha fazla suçluluk, öfke ve değersizlik vereceğini biliyor musunuz? Bu bir savaşsa, kimsenin kazanmayacağını anlayabiliyor musunuz? Aslolan inkar etmek, reddetmek ya da savaşmak değil, kabul etmektir. Kabul etmek sandığınız gibi zayıflık ve acziyet değil, aksine erdemli bir davranış sergilemektedir. Erdem ise gücün, güçlü olmanın ta kendisidir. Çünkü kendisini iyileştirip, kendisiyle barışmayı başarabilen insanı yıkmak ve karşı koymak imkansızdır. Eğer gururunuza yeniliyorsanız, kaybetmekten başka seçiminiz yok demektir.
Ümitsizliğe kapılmayın, zira her şeyi atlatmanın ve değişime adım atmanın aşkta ‘oksitosin’le bir yolu daha var: sarılmak. Hayatı nereden yakalarsanız oradan başlar, hiçbir şey kaybetmediniz; ne kendinizi, ne de aşkı. Kalkın ve sarılmak üzere harekete geçin.
https://music.youtube.com/watch?v=5Y0Mw6oOYrg&si=PBFPBe-T2hDsAITz
Lilith.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder