Ne kadar uzak bilemiyordu, ölçülür mü, hesaplanır mı, tahmine sığar mı akıl erdiremiyor lakin alelacele kaçar gibi hızla uzaklaşıyordu. Neredeydi, neydi, kimdi, kimin nesiydi bilmiyordu. Önemli miydi, bir şey ifade eder miydi, var olsa fark eder miydi, gitse birileri kendine dur der miydi bilmiyordu, zaten ihtimaline dahi tahammül gösteremiyordu. Bildiği tek şey; ne olursa olsun için için kendini bile kendiden inkar edip kapının önüne sürüklediğiydi.
Öyle uzaklaşmak istiyordu ki, kimse yüzünü tanımasın, kimliğini bilmesin, tanıdık birine dahi rastlamasın, adıyla seslenilmesin istiyor, görülmemek, rahatsız edilmemek, bilinmemek için can atıyordu. Ucu bucağı açık bir meydana vardı, savunmasızlığı gittikçe artıyor, kendini hedef tahtası gibi hissediyordu. Nedendir bilinmez, okla vurulacakmış gibi geliyordu, zaten ölüm dediğin acı duymakla eş değerdi ona göre, işkence, azap, tutsaklık, baskılanmak, sinmek, dövülmek ne demekse ölmek de aynı şeydi işte. İçgüdüyle kollarını, göğsünü kapatmak, saklamak istiyor, kendini görülemeyen, dokunulamayan, duyulmayan bir tehlikeden korumak için uğraşıyordu. Öylece olduğu yerde kollarını kavuşturdu, bir suçludan tek farkı kimseyi yaralamamış, bir şey çalmamış, kimseyi dolandırmamış olmasıydı. Zira suç onun içinde yatıyordu, kimse bilmese de o ayıbını biliyor, duyuyor, hissediyor, aklında izinsizce yaşıyordu.
İnsan rutininde devam eden alelade zamanlarda kendi başına iş açmayı ne çok seviyordu, gülistanda hayat sürmüyordu elbet ama sıkıntı arayışı sürekli halde beyni taciz altında tutuyor, güvensiz olduğundan adı kadar emin olduğu güvenli alanına dönmek için kaos arayışına dalıyordu. Artık av değildi, avcı olmasına ihtiyaç yoktu belki ama hayatta kalmanın modern dünyada başka getirileri ve gereklilikleri, varlığını sürdürebilmesi için türlü stratejiler geliştirmesine ihtiyaç vardı. İnsan, ah o insan yok mu, rasyonelliği sağlayamadığı gibi bir de pragmatistliği en olmadık yerlerde, en mide bulandırıcı şemalarla zıpkın gibi saplıyordu işte. Bu tiksinç, alçakça gelen ikiyüzlülüğü içi bir türlü almıyor, kendi içinde kaçamadığı gerçeklik midesini bulandırıyor, kendisinden iğreniyordu. Aklının odaları karma karışık olmuş, kemiklerine hançer saplanıyor, ne kadar bastırsa da kaçtığı fikir delik bir çoraptan çıkan parmak gibi sürekli peyda oluyordu. Kaçamıyordu, işin kötüsü kaçamayacağını biliyor ama yüzleşemiyor, yüzleşmek istemiyor, aklından bir türlü silemediği, korkularıyla kabuslar gördüğü, sindiği, utandığı, sıkıldığı bir şarampole yuvarlanıyordu. Ölesiye nefret ediyor, kendine yakıştıramıyor, korkuyor, aklından çıkıp gitsin diye deliye dönüyordu ama ne çare ki mümkün kılamıyordu. Kaçıyor olması değildi mesele, kabullenmiyor olması sorun değildi, zaten normal olanı da istememesi gerektiğiydi, sorun kurtulmak için figana tutuştuğu şeyi aslında için için yaşamayı arzuluyor olmasıydı ve bunun ne olduğuna dair bir tek kelime etme fikrinden bile ızdırap duyuyordu. Öylece çöküp kaldı meydanın ortasında, kaçmak istemesinin ne faydası vardı ki, kaçtığı şeyi kendisinde, aklında taşıyordu. İmdat diyecek oldu, belki biri bundan kurtulmasına yardım edebilir diye medet bekledi, bir kedi, ağaç, tabela, hatta asfalt bile olurdu, ne ya da kim olduğu önemli değil ama ne olur bunu benden alsın biri dedi.
Bir ara sakinleşir gibi oldu, utancı doruğa ulaşmış, sınırları aşmış, artık daha fazla yükseğe çıkamıyor, acı bile duymuyordu. Ahlaki savaşı kafasını allak bullak etmiş, yerle yeksan olmuş, ne denli yanlış olduğunun farkında olsa da heyhat! durduracak gücü kendinde bulamıyor, teslim olmamak için direnç gösteriyordu. En acısı da buydu zaten, farkındaydı, biliyordu, seziyordu, anlıyordu ama değiştiremiyor, kendisini hırpalamaktan, yerden yere vurmaktan, suçlayıp dışlamaktan başka bir şey yapamıyordu. Midesine bir yumru oturdu, tanıdık bir misafir gibi yine baş köşeye kurulup oturmuştu stres. Hızlıca bir şeyler düşündü. İmparatorluk dönemi ne kadar sürmüştü ki dünya tarihinde? Epey uzun yıllar coğrafyalar hükümdarlara, ailelerine ve elbette ki kıymetli oğullarına kalmıştı. Kadının yalnızca iki erkek arasındaki çıkar ilişkisinde teminat için sözleşmeye dahil edilip taraflar arasındaki ‘alyans’ olması, kıymetsizliğini, değersizleştirildiğini açıkça gösteriyordu. Hükümdar ve ailesi dışında tebaa, biata mecbur da olsa yegane kıymet erkekler değil miydi? Soyu devam ettiren bir parça sperm miydi gerçekten, bu kadar mı ehemmiyetli, bu denli mi kutsaldı erkekliğin suyu? Maderşahi’den Matriarkal’den Faderşahi’ye, Patriyarka’ya geçmeyi nasıl ve neden kabullenmiştik ki? Sadece sus denilen, mal gibi alınıp satılan, adı namusla eş tutulan, üremek söz konusu olduğunda anılan, tecavüz edildiğinde, hatta öldürüldüğünde bile kuyruk sallamıştır diyerek suçlanan, söz hakkı hiç olmayan birer ihtiyaç makinesi haline nasıl geldik ulan!
Biraz duraksadı. Sadece kul olmayı bilen bir millet ne yapar acaba diye düşündü. Ölüm kalımı iki dudak arasından çıkacak söze bakan bir canlı hayatta kalabilmek için nelere katlanır? Kime rüşvet verir? Hangi makama gelmek onu güvende tutar? Ölmemek için nelerden vazgeçer? Çocuğundan, karısından, anasından, babasından feragat edecek kadar güce nasıl tapar? Ve bir soy devam edecek diye, ilkel dürtülerine esir olup kendi çocuğunu gözden mi çıkarır yoksa göz mü koyar? Aile kutsaldır diye ahkam kesen ahlak bekçileri recm için ağzının suyu akarak beklerken, kendi tabularını kendi yaratan, dedikodularla itibarı harcayan, kendisinden bildiğinin suçunu saklayıp, masumu yem gibi atan, hemcinsine kimsenin vermediği zararı verecek kadar düşman olan ey kadınlar! Yetiştirdiğiniz çocukların hiçe saydıklarından siz mesulsünüz, günahkar ilan edip dışladığınız her kız çocuğuna ilk taşı en günahsız olanınız atsın!
Evet anne istemese de karnındaki hortumla bir bağ kuruyordu illa ki, hormonlar bir şekilde evrimleştiriyor, doğacak yavru için yumurta döllenmeye başladığı an hazırlıklara geçiyordu. Kendisiyle birlikte büyüyüp gelişen bir canlıyı oluşturmak, zarar gelmeden dünyaya gelmesi için uğraş vermekten başka gayesi yoktu elbette. Ama belki bir çocuk değil de, çektiği çileli hayatı yaşamaya değer kılan bir destek yaratıyordu kendine, belki de olmayanları olduracak, yapamadıklarını onun adına yapacak, karşısında duramadığı güce onun yerine dur diyecek bir misyon olarak görüyordu çocuğu, belki de çocuklara babalardan daha fazla tutunmaları bundandı. Fazlaca kutsallaştırıp, bir görev olarak omuzlarına bırakılan çocukla ne yapacağını anne bile bilmiyordu, zaten bundan değil miydi sayıları artmaya başladığında adına tecrübe dediğimiz umarsızlıkları. Öyle olmalıydı muhakkak, öyle olmasa bugün görülmemeyi, duyulmamayı, kapsanmamayı, korunmamayı, değersiz hissetmeyi damalarındaki kandan daha fazla hissediyor olmazdı. Korkuyordu, aklında beliren fikrin tohumu ne zaman baş gösterse derhal üstünü örtmek, yok etmek, elinden gelse öldürmek istiyordu. Evet biraz fazla açık seçik giyiniyordu ama mahrem nedir biliyordu. Belki ulu orta fikrini beyan etmekten çekinmiyordu ama kendi kutsalları, değerleri, kuralları, sınırları ve olmazsa olmazları vardı. Bir tek bu vardı çaresiz, korku içinde bir köşede sindiği, binbir çareden bir teselli bulamayıp dindiremediği. İşte bu olmasa da olur değil, olmasa ne güzel olurlardandı.
Kaldırıma oturdu, açık alanları oldu olası sevmez, kendini korunmasız hisseder, bir kedi gibi her yanını örten bir kutuya girmek isterdi. Öyle ya nereye ve ne kadar kaçacaktı ki? Ne kadar daha yaşayayacağını bilmediği hayatta, süregeldiği taktirde saklamak, etiketleyip derinlere gömmekten başka bir seçeneği var mıydı? Cevaplar aklına yatmıyor, ikna olmuyor, sığınacak bir yer bulamıyordu. Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor, vücudu karıncalanıyor, bedeni direnmekten bitap düşmüş, beyni reset atma protokolüne başlıyordu. Bir oyun salonunun cam kapısında kaçtığı şeyin bakışlarını gördü. İşte o, hayatı boyunca bir daha yüz yüze gelmemek için türlü yollara başvurduğu, bir daha dönmemek üzere yemin ettiği travmalarının tetikçisi, korku ikliminin imparatoru, köpeğin sahibi Pavlov’du ve cam kapı açıldığında zil çaldı.
Lilith.