22 Mayıs 2025 Perşembe

Pavlov

 

Ne kadar uzak bilemiyordu, ölçülür mü, hesaplanır mı, tahmine sığar mı akıl erdiremiyor lakin alelacele kaçar gibi hızla uzaklaşıyordu. Neredeydi, neydi, kimdi, kimin nesiydi bilmiyordu. Önemli miydi, bir şey ifade eder miydi, var olsa fark eder miydi, gitse birileri kendine dur der miydi bilmiyordu, zaten ihtimaline dahi tahammül gösteremiyordu. Bildiği tek şey; ne olursa olsun için için kendini bile kendiden inkar edip kapının önüne sürüklediğiydi. 

Öyle uzaklaşmak istiyordu ki, kimse yüzünü tanımasın, kimliğini bilmesin, tanıdık birine dahi rastlamasın, adıyla seslenilmesin istiyor, görülmemek, rahatsız edilmemek, bilinmemek için can atıyordu. Ucu bucağı açık bir meydana vardı, savunmasızlığı gittikçe artıyor, kendini hedef tahtası gibi hissediyordu. Nedendir bilinmez, okla vurulacakmış gibi geliyordu, zaten ölüm dediğin acı duymakla eş değerdi ona göre, işkence, azap, tutsaklık, baskılanmak, sinmek, dövülmek ne demekse ölmek de aynı şeydi işte. İçgüdüyle kollarını, göğsünü kapatmak, saklamak istiyor, kendini görülemeyen, dokunulamayan, duyulmayan bir tehlikeden korumak için uğraşıyordu. Öylece olduğu yerde kollarını kavuşturdu, bir suçludan tek farkı kimseyi yaralamamış, bir şey çalmamış, kimseyi dolandırmamış olmasıydı. Zira suç onun içinde yatıyordu, kimse bilmese de o ayıbını biliyor, duyuyor, hissediyor, aklında izinsizce yaşıyordu.

İnsan rutininde devam eden alelade zamanlarda kendi başına iş açmayı ne çok seviyordu, gülistanda hayat sürmüyordu elbet ama sıkıntı arayışı sürekli halde beyni taciz altında tutuyor, güvensiz olduğundan adı kadar emin olduğu güvenli alanına dönmek için kaos arayışına dalıyordu. Artık av değildi, avcı olmasına ihtiyaç yoktu belki ama hayatta kalmanın modern dünyada başka getirileri ve gereklilikleri, varlığını sürdürebilmesi için türlü stratejiler geliştirmesine ihtiyaç vardı. İnsan, ah o insan yok mu, rasyonelliği sağlayamadığı gibi bir de pragmatistliği en olmadık yerlerde, en mide bulandırıcı şemalarla zıpkın gibi saplıyordu işte. Bu tiksinç, alçakça gelen ikiyüzlülüğü içi bir türlü almıyor, kendi içinde kaçamadığı gerçeklik midesini bulandırıyor, kendisinden iğreniyordu. Aklının odaları karma karışık olmuş, kemiklerine hançer saplanıyor, ne kadar bastırsa da kaçtığı fikir delik bir çoraptan çıkan parmak gibi sürekli peyda oluyordu. Kaçamıyordu, işin kötüsü kaçamayacağını biliyor ama yüzleşemiyor, yüzleşmek istemiyor, aklından bir türlü silemediği, korkularıyla kabuslar gördüğü, sindiği, utandığı, sıkıldığı bir şarampole yuvarlanıyordu. Ölesiye nefret ediyor, kendine yakıştıramıyor, korkuyor, aklından çıkıp gitsin diye deliye dönüyordu ama ne çare ki mümkün kılamıyordu. Kaçıyor olması değildi mesele, kabullenmiyor olması sorun değildi, zaten normal olanı da istememesi gerektiğiydi, sorun kurtulmak için figana tutuştuğu şeyi aslında için için yaşamayı arzuluyor olmasıydı ve bunun ne olduğuna dair bir tek kelime etme fikrinden bile ızdırap duyuyordu. Öylece çöküp kaldı meydanın ortasında, kaçmak istemesinin ne faydası vardı ki, kaçtığı şeyi kendisinde, aklında taşıyordu. İmdat diyecek oldu, belki biri bundan kurtulmasına yardım edebilir diye medet bekledi, bir kedi, ağaç, tabela, hatta asfalt bile olurdu, ne ya da kim olduğu önemli değil ama ne olur bunu benden alsın biri dedi. 

Bir ara sakinleşir gibi oldu, utancı doruğa ulaşmış, sınırları aşmış, artık daha fazla yükseğe çıkamıyor, acı bile duymuyordu. Ahlaki savaşı kafasını allak bullak etmiş, yerle yeksan olmuş, ne denli yanlış olduğunun farkında olsa da heyhat! durduracak gücü kendinde bulamıyor, teslim olmamak için direnç gösteriyordu. En acısı da buydu zaten, farkındaydı, biliyordu, seziyordu, anlıyordu ama değiştiremiyor, kendisini hırpalamaktan, yerden yere vurmaktan, suçlayıp dışlamaktan başka bir şey yapamıyordu. Midesine bir yumru oturdu, tanıdık bir misafir gibi yine baş köşeye kurulup oturmuştu stres. Hızlıca bir şeyler düşündü. İmparatorluk dönemi ne kadar sürmüştü ki dünya tarihinde? Epey uzun yıllar coğrafyalar hükümdarlara, ailelerine ve elbette ki kıymetli oğullarına kalmıştı. Kadının yalnızca iki erkek arasındaki çıkar ilişkisinde teminat için sözleşmeye dahil edilip taraflar arasındaki ‘alyans’ olması, kıymetsizliğini, değersizleştirildiğini açıkça gösteriyordu. Hükümdar ve ailesi dışında tebaa, biata mecbur da olsa yegane kıymet erkekler değil miydi? Soyu devam ettiren bir parça sperm miydi gerçekten, bu kadar mı ehemmiyetli, bu denli mi kutsaldı erkekliğin suyu? Maderşahi’den Matriarkal’den  Faderşahi’ye, Patriyarka’ya geçmeyi nasıl ve neden kabullenmiştik ki? Sadece sus denilen, mal gibi alınıp satılan, adı namusla eş tutulan, üremek söz konusu olduğunda anılan, tecavüz edildiğinde, hatta öldürüldüğünde bile kuyruk sallamıştır diyerek suçlanan, söz hakkı hiç olmayan birer ihtiyaç makinesi haline nasıl geldik ulan! 

Biraz duraksadı. Sadece kul olmayı bilen bir millet ne yapar acaba diye düşündü. Ölüm kalımı iki dudak arasından çıkacak söze bakan bir canlı hayatta kalabilmek için nelere katlanır? Kime rüşvet verir? Hangi makama gelmek onu güvende tutar? Ölmemek için nelerden vazgeçer? Çocuğundan, karısından, anasından, babasından feragat edecek kadar güce nasıl tapar? Ve bir soy devam edecek diye, ilkel dürtülerine esir olup kendi çocuğunu gözden mi çıkarır yoksa göz mü koyar? Aile kutsaldır diye ahkam kesen ahlak bekçileri recm için ağzının suyu akarak beklerken, kendi tabularını kendi yaratan, dedikodularla itibarı harcayan, kendisinden bildiğinin suçunu saklayıp, masumu yem gibi atan, hemcinsine kimsenin vermediği zararı verecek kadar düşman olan ey kadınlar! Yetiştirdiğiniz çocukların hiçe saydıklarından siz mesulsünüz, günahkar ilan edip dışladığınız her kız çocuğuna ilk taşı en günahsız olanınız atsın! 

Evet anne istemese de karnındaki hortumla bir bağ kuruyordu illa ki, hormonlar bir şekilde evrimleştiriyor, doğacak yavru için yumurta döllenmeye başladığı an hazırlıklara geçiyordu. Kendisiyle birlikte büyüyüp gelişen bir canlıyı oluşturmak, zarar gelmeden dünyaya gelmesi için uğraş vermekten başka gayesi yoktu elbette. Ama belki bir çocuk değil de, çektiği çileli hayatı yaşamaya değer kılan bir destek yaratıyordu kendine, belki de olmayanları olduracak, yapamadıklarını onun adına yapacak, karşısında duramadığı güce onun yerine dur diyecek bir misyon olarak görüyordu çocuğu, belki de çocuklara babalardan daha fazla tutunmaları bundandı. Fazlaca kutsallaştırıp, bir görev olarak omuzlarına bırakılan çocukla ne yapacağını anne bile bilmiyordu, zaten bundan değil miydi sayıları artmaya başladığında adına tecrübe dediğimiz umarsızlıkları. Öyle olmalıydı muhakkak, öyle olmasa bugün görülmemeyi, duyulmamayı, kapsanmamayı, korunmamayı, değersiz hissetmeyi damalarındaki kandan daha fazla hissediyor olmazdı. Korkuyordu, aklında beliren fikrin tohumu ne zaman baş gösterse derhal üstünü örtmek, yok etmek, elinden gelse öldürmek istiyordu. Evet biraz fazla açık seçik giyiniyordu ama mahrem nedir biliyordu. Belki ulu orta fikrini beyan etmekten çekinmiyordu ama kendi kutsalları, değerleri, kuralları, sınırları ve olmazsa olmazları vardı. Bir tek bu vardı çaresiz, korku içinde bir köşede sindiği, binbir çareden bir teselli bulamayıp dindiremediği. İşte bu olmasa da olur değil, olmasa ne güzel olurlardandı. 

Kaldırıma oturdu, açık alanları oldu olası sevmez, kendini korunmasız hisseder, bir kedi gibi her yanını örten bir kutuya girmek isterdi. Öyle ya nereye ve ne kadar kaçacaktı ki? Ne kadar daha yaşayayacağını bilmediği hayatta, süregeldiği taktirde saklamak, etiketleyip derinlere gömmekten başka bir seçeneği var mıydı? Cevaplar aklına yatmıyor, ikna olmuyor, sığınacak bir yer bulamıyordu. Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor, vücudu karıncalanıyor, bedeni direnmekten bitap düşmüş, beyni reset atma protokolüne başlıyordu. Bir oyun salonunun cam kapısında kaçtığı şeyin bakışlarını gördü. İşte o, hayatı boyunca bir daha yüz yüze gelmemek için türlü yollara başvurduğu, bir daha dönmemek üzere yemin ettiği travmalarının tetikçisi, korku ikliminin imparatoru, köpeğin sahibi Pavlov’du ve cam kapı açıldığında zil çaldı.

Lilith.




20 Mayıs 2025 Salı

Deity


Çok da detaylandırmaya gerek yoktu aslında, yanan bir mumun dibi, bir el fenerinin gövdesi misali, az sonra şimşek çakacağının sinyallerini ayan beyan veren kapkaranlık bir gökyüzüydü işte. ‘Ulan raf bulutu, yapıştın yine Cumulonimbus’a; ülkenin yakasından düşmeyen üç harfliler gibi’ diye söylendi kendi kendine. Sanki özenle hazırlanmışçasına Vanta Black’e bürünmüş sema; belli ki bugün huzur bahşetmeyecek, insanoğlunun içine kasveti tepercesine sıkıştırarak kapatacaktı göğüs kafesini. Bir şeyler mırıldanıyor ‘ahu yi felek mum ben şamdan’ diyerek rutin hayatına devam ediyordu aslında. Her şey bir şekilde akıp gidiyordu işte, zaman geçiyor, tırnakları uzuyor, yaralar kabuk bağlıyor ve nihayetinde her şey unutuluyordu nasılsa. Nasılsa tüm benliği cam gibi düşüp paramparça olduğunda, saplanan cam kırıklarını unutmak için aslında hiç yarası yokmuş gibi yaşamamış mıydı? Öyle bir yok saydı ki kırılan camı, camın varlığını bile anımsamayacak, kıpırdandıkça batarak sızlayan kesikler nedendir bir türlü bulamayacak, tıpkı bir hafıza kaybı gibi kopuk anılarla kalacak ve bunun farkında bile olmayacaktı. Çünkü hayatta kalmanın başka bir yolunu bilmiyordu. Mırılandığı şarkı adeta oto pilot modunda yakalamıştı onu, ne söylediğinin farkında olmak bir yana, şarkı söylediğini bile idrak edebilmiş değildi. Bu bilinçsiz halle ‘düşmez kalmaz bir Allah’tır’ diye devam etti ve buruk bir hüsrana bürünen yüz ifadesiyle başını kaldırarak şarkıyı sonlandırdı ‘uyan!’ 

‘Hayret, sen buralara uğrar mıydın? Hiç de huyun değildir halbuki. Ne çok oldu görüşmeyeli, sanki hiç olmamışsın gibi nankörce bir kere aramadım, anımsamadım, yad bile etmedim seni.’ dedi kadın. ‘Aramız açıldı açılalı yokluğunun bile farkında değilmişim şimdi fark ettim, demek ki varlığının da bir anlamı yokmuş. Seni yegane, biricik ve değerli kılan benmişim meğer ha ne dersin? Kızmaya hakkın yok bence, zira sen öğrettin bana hiçbir şey olmamış, hiç yaşanmamış, oralarda bir yerlerde ses bile çıkmamış gibi yok sayarak yaşamayı’ dedi. Yüz ifadesi donmuştu, gözlerinde hayal kırıklığına uğramaktan duyduğu hayal kırıklığı belirginleşmiş, beklentisizce sessizleşmişti. ‘Beğendin mi? Nasıl olmuşum? Hakkını verebilmiş miyim öğretilerinin?’ dedi. ‘Yokluğunda pek de bir şey değişmedi, her zamanki gibi düşe kalka geçti yıllar, bak 33’ün son basamağına çıktım, 34’ü selamlamak üzereyim. Gün batımı gibi yitip giderken bir damla gözyaşı akıtmadığım, sağ salim dön diye ardından su dökmediğim için kızgın mısın yoksa bana? Sen olmazsan hayat bağlarım kesilir, ayakta kalamam sanırdım, sense her zaman bir yolunu bulurum elbet diye güvenirdin bana, karşı konulmaz, gücün kendisinden bile daha güçlü, rakipsiz, yüce bir varlık ilan etmiştin beni. Tüm lütuflarına layık olmak uğruna yapmadığım tek şey canımı almaktı biliyorsun.’ dedi ve küçümsercesine gülümsedi. ‘Tabi ki bilmiyorsun, hiçbir zaman bilmedin, nasıl bilmiyor olabilirsin bilmiyorum ama bilmediğin aşikar, yoksa burada olman gerekirdi, tam burada, aklımın ortasında’ dedi. ‘Hatırlar mısın geceden sabaha adını yazardım her yere, çıkarsızca sevdiğim tek varlık diye adlandırırdım seni, sadece benim sevmemin yeterli olduğu, huzur bulduğum, nasılsa beni de bir anlayan var diye hep sustuğum, tüm hayatımı üzerine kurup taptığım, bir zamanlar gönül rızasıyla sana teslim olmuşluğum vardı hatırlar mısın?’ dedi kadın. Arkasına yaslandı, sessizliğe gök gürültüsü eşlik ediyor, yağmurun habercisi serin bir meltem esiyordu. Üşüyerek ürperdi. ‘Hava 20 derece, bana bu sıcakta üşümek de senden kalan son şey, çok kere doktora gittim neden sürekli üşüyorum, kan değerlerim mi düşük, bir hastalığım mı var diye, psikolojik dediler, ne tuhaf değil mi? Halbuki sen varken ruhum bile sıcacık süzülerek dolaşırdı içimde, güveni iliklerime kadar hisseder, sen varsan gerisi hallolur diye hiçbir şeyi önemsemezdim. Hayatın tüm telaşı bir yana dursun, tek gayem vardı: Önünde sonunda sana layık olmak, öyle ya da böyle seni yaşatmak ve nihayet sona erdiğimde seni bir kez olsun görebilmek. Bunun için yaşardım, varlığımın tek anlamı, amacım, bütünleşmeyi beklediğim yarımdın, özlemim de, sevgim de, sadakatim de hep sanaydı. Hayatımdaki herkes haddimi bilmeyi öğretti bana, senden önce de böyleydi, senden sonrası da pek değişmedi. Ne olursa olsun, ne yaşarsam yaşayayım iki tanığım, iki mabedim, iki mahremim vardı hep. Biri sendin, diğeri de kalem ve inanır mısın kırıldı, tükendi, çalındı ama yine de bir tek kalem ihanet etmedi bana. Bu şarkıyı ilk dinlediğim zamanları hatırlıyor musun? Lise 3. sınıf bitmişti, yaz tatilindeydik o zamanlar. Evin az ilerisinde iki salıncak vardı, hep çocukların yazlığa gidip salıncakları boş bırakmasını beklerdim, yalnızca birinin boş olması yetmezdi üstelik, parkın tamamen boş olması gerekirdi çünkü hep yalnız kalmak, gözden uzak olmak, başka bir şahit, bir varlık olmasın isterdim. Büyümek de sorun, parka gidemiyor insan çoluk çocuğa haksızlık olmasın diye, gitsen de büyüksün diye azar işitiyorsun. Ağustos’un ortasıydı, internetten indirip mp3 çalara atmıştım bu şarkıyı, kablolu kulaklıkla dinlerdim salıncakta sallanırken ard arda. Galiba kaygılarımdan bir an olsun uzak kalabildiğim anları hep salıncakta yaşadım. Derslerle pek aram yoktu biliyorsun, okul benim nefes aldığım nadir yerlerdendi, yaz tatili gelsin istemezdim hiç çünkü o zaman okul kapanır, hep evde olmak zorunda kalırdım. Ama ne hikmetse doğum günümde bir kasvet basardı bana, Ağustos’un ortası her geldiğinde o caaanım sıcak hava gidip yerini sonbahara bırakacak diye bir sıkıntı sarardı ruhumu, moralim bozulur, içim çaresizlikle dolardı. Yaz sonbahara dönecek, sonbahar yavaşça yerini kışa bırakacak ve daha sonbaharın ortasına bile gelmeden çok üşüyeceğim diye şikayet ederek dövüne dövüne ağlayasım gelirdi. Kışları kardan daha soğuk oluyorum, hep çok üşüyorum diye söylenmelerim dört mevsim, 365 güne yayıldı senden sonra. Aidiyet olmayınca insanın üşümesi mevsimlere bağlı olmuyormuş ne garip.’

‘Hatırlar mısın hiç konuşmazdık, öylece dururduk sessizce, sen zaten hiç konuşmadın, bense konuşmadan anlaşılmanın huzurunu yaşar, sadece kendimi avuturdum. Sessizliğimizi bir tek ney sesi bozardı, saatlerce ney üflerdim sana, adına besteler yapar, üfledikçe rahatlar, tüm korkularımdan sıyrılırcasına üstümden yük kalkar hafiflerdim. Düşünüyorum da ney üflemeyi öğrenecek ve hiç konuşmayacak, hatta haksızlığa uğradığımda bile kendimi savunmayacak kadar güveniyordum sana, ben bir hiçtim, kendimden bile fazla seviyordum seni. Senin varlığın bana anlam katan, amaç sağlayan, dayanma gücü veren ve olsun sen varsın ya bu da geçer nasılsa dedirten tek şey, tek sığınağımdı. Ney üflerken ağladığım günü hatırlıyor musun? Şurama taş gibi oturan, boğazımda düğüm düğüm kalan, içerlediğim, ne kadar görmezden gelsem de kurtulamadığım, kabullenmemek için çabalayıp, inkarlar etsem de ayan beyan suratıma vurulan gerçeğin göğsümü nasıl delercesine ağrıttığını hatırlıyor musun? Yük olduğumu, azıcık merhamet şu yana dursun imkan olsa yok edilecek kadar nefret duyulduğumu açıkça işitmek, keşke bir tokat atsaydı diye temennide bulunacak kadar kederli ve biçare bırakmıştı beni. İnsan ağzından çıkan ve aklından geçenlerin başına gelebileceğini bilse daha dikkatli olurdu demiş Enistein, ney üflerken nasıl olur da ağlanır diye merak ettiğim günün ardından ağladığımda, hevesimin kursağıma dizilmesiyle sıyrıldım yavaş yavaş hayallerimden. Yaşadığım hayatın gerçekleri değil hayallerimi yıkmak, onurumu, gururumu bile ayaklar altına almış, dayanıksız bir kentin viran harabelerine, yıldırım düşen ağacın paramparça olmuş gövdesine çevirmişti beni, sadece ayakta durabildiğim için yaşıyor sayılıyordum işte. Ne gelenle mücadele edebiliyordum, ne de geçenle baş edebiliyordum, kafa tasımın içindeki sinirler kaç kez kaynar sularla haşlanırcasına uyarıldı, tekrar tekrar tamir ettiğim tüm inançlar kaç kez tuzla buz oldu, bir de hayallerimin gerçekleşmeyecek olmasıyla yüzleşecek gücüm var mıydı? O gün hayatımda insan olmaya dair vazgeçtiğim, içimden bir bir söküp vedalaşmak zorunda kaldığım tüm beklentilerimi, her bir umudumu, kaygıdan bir saat sonrasını düşünemesem de yarına dair başıma gelmesini istediğim tüm tutunma sebeplerimi, bugün düşünmeyi denemeye bile cesaret edemeyeceğimi nerden bilebilirdim ki?’ dedi kadın, kendi içinde kaybolarak yiten her güzel şey gibi soluklaşan sesiyle. Samimiyetsizce gülümsedi, kinayeli sesiyle ‘neyse ki sen her zaman yanımdaydın, içimde açan şakayık bahçesinde salına salına gezinip kokusunu içime çekmek gibi rahatlatıyordun beni. Her günün sabahı sana uyanır, her gece seninle uzun sohbetler ederdim susarak, fikrim olurdun, zikrim olurdun, tefekkürle, tevekkülle içimi huşu doldururdun. Tutunabildiğim tek dal, yeşeren tek umudum, gücüm, nefesim, aklım, bedenim, varım yoğum hep sendin. Seni bulmasam, seni tanımasam ne yapardım, nasıl biri olurdum, hatta hala hayatta olur muydum bilmiyorum. Bana bahşettiğin dinginliği, korkunç öfkelerden sıyırıp sunduğun sabrı, bu dünyaya emanet olarak gelmiş, gideceği gün için hazırlık yapan bir misafirmişim gibi ağırladığını hiç unutmadım. İnanır mısın sen varken hayat çok kolaydı. Sırtımdaki kamburu, yüzümdeki utancı kaldıran, içimdeki adalet arayışını sonlandırıp kendine ait yapan tek güçtün. Ne sorgulamam gerekiyordu, ne bir sebep aramam, ne de neden diye çırpınmam. Sadece susmak, senin varlığına sığınmak, senden güç almak yetiyordu. Öyle bir hülyaydın ki, ney sırtımda kırıldığında bile senin görüyor olman mutluluk veriyordu bana, canım bile yanmamıştı. Çok basitti işte, düşünmeden, aidiyetle, tek sahibe dönmek için beklemek, teslim olmak, senin uğrunda her şeye geçici birer sınav gözüyle bakmak ve edeple susarak kayıtsız kalmak. Nerden bilecektim bana yaşam hevesi verdiğini düşünürken her şeyin üstünü örtmeme neden olduğunu. Hayatımda uyuşturucu diye adlandırdığım iki şey vardı, biri aşk, diğeri sen, ne garip o aşkı da en saf haliyle sadece sana hissettim. Biliyor musun aramız açıldığından beri bir daha hiçbir şeyi olduramadım. Güvenemedim, sevemedim, sana kavuşmak için gösterdiğim dirayeti bir insan için gösteremedim, sabredemedim, inanamadım, ait olamadım, teslim olmayı bırak düşüncesine bile kapılamadım. Bu denli yüce, eşsiz, bir daha tekrarı olmayan tek aşk bir kula duyulabilir miydi? Seninle tanışmanın iyilik mertebesi ne denli muazzamsa, kötülüğü de dil yarası kadar beterdi. Dünya denen düzende yaşayan ben Havvakızı, bir daha hiçbir şeyi kıymetli ve değer göremedim, korktum, tolerans penceremi daraltarak sadece korktum, hep tetikte kaldım ve sadece kendimi korudum. Ne zaman ki uyuşturucunun etkisi geçti, gözüm görür, aklım sorgular oldu, o zaman hayal kırıklığı bile hissetlerimin yanında toz tanesinden daha önemsiz kaldı, o kadar önemsizdi ki, hislerimin bile değeri, düzeni, sürekliliği kalmadı. Zira öyle bir aşk yaşattın ki bana, en uçta, dorukta yaşadığım duyguların daha azı, insan versiyonu yetmedi, gözüm görmedi, gönlüm kabul edemedi. Kayıtsız kalmak bir süre hayatta kalmamı kolaylaştırdı elbet ama yaşamak istediğim hayat bu değil, burdan gitmelisin diye içimde avazlar yankılandı, ben sustum ama onlar hiç susmadı, feryatları gittikçe arttı, uyutmadı, durmadı, huzurum kalmadı. Var olmak için gitmem gerekiyordu ve gidişin yolları senden geçmiyordu. Adalet arayışım yeniden baş gösterdiğinde senin aslında hiç olmadığını, yalnızca bir düşünceye sığındığımı görmek, beni çarmıha gerilen İsa’nın yaşayan hali yaptı. Temelini atmadan kat çıktığım bina üstüme yıkıldı, barajsız bıraktığım suların altında can çekişerek boğuldum. Seninle vedalaşmam gerektiğini anladığımda kainat bir heyelan gibi çöktü üzerime, yıldızlar içime birer ok gibi saplandı, ay ışığını alıp çekip gitti, güneş bir daha hiç doğmadı. Binbir gece savaştım seninle kalmak için ama o son gecenin sabahına bir tek ben çıktım, kendim dışında herhangi bir şeyden medet ummak, var etmek, umut beslemek kendime ihanet etmek gibiydi. Kendi hakkıma girmek istemediğimi anladığını biliyorum, seni terk etmediğimi ancak gözüme indirdiğin perdeyi kaldırmak zorunda olduğumu anladığını biliyorum, ne yaparsam yapayım, iki dudağımın arasından çıkan söze bakmadığını, içimden geçenin ne olduğunu bildiğini biliyorum, aramızdaki mesafenin seni unutmak olmadığını bildiğini biliyorum ve bildiğini bilmek bana yetiyor.’

‘Bir tütsünün odaya yaydığı koku gibiydin, tütsüye su döküldü. Nefes aldıkça içime dolan oksijen gibiydin, ciğerlerim söküldü. Çocuğunu kapsayarak sarılan bir anne gibiydin, çocuk öldü. Haddini aşan her şey gibi sana olan tüm duygularım da tersine, zıddına döndü. Bil ki gök sana ait ama yağmurunda ıslanmam, yer sana ait ama çıplak ayakla basmam, akıl sana ait ama vehmimde seni canlandırmam, vazgeçtiğim her şey hala hatırımda ama Nuşirevan’dan handan ummam.’

Lilith.



Desire

İnsan eski çağlardan beri kendini ifade etmenin bir çok yolunu denemiş, mağaralara resimler çizmiş, papirüsler icat etmiş, tabletlere dizele...