20 Mayıs 2025 Salı

Deity


Çok da detaylandırmaya gerek yoktu aslında, yanan bir mumun dibi, bir el fenerinin gövdesi misali, az sonra şimşek çakacağının sinyallerini ayan beyan veren kapkaranlık bir gökyüzüydü işte. ‘Ulan raf bulutu, yapıştın yine Cumulonimbus’a; ülkenin yakasından düşmeyen üç harfliler gibi’ diye söylendi kendi kendine. Sanki özenle hazırlanmışçasına Vanta Black’e bürünmüş sema; belli ki bugün huzur bahşetmeyecek, insanoğlunun içine kasveti tepercesine sıkıştırarak kapatacaktı göğüs kafesini. Bir şeyler mırıldanıyor ‘ahu yi felek mum ben şamdan’ diyerek rutin hayatına devam ediyordu aslında. Her şey bir şekilde akıp gidiyordu işte, zaman geçiyor, tırnakları uzuyor, yaralar kabuk bağlıyor ve nihayetinde her şey unutuluyordu nasılsa. Nasılsa tüm benliği cam gibi düşüp paramparça olduğunda, saplanan cam kırıklarını unutmak için aslında hiç yarası yokmuş gibi yaşamamış mıydı? Öyle bir yok saydı ki kırılan camı, camın varlığını bile anımsamayacak, kıpırdandıkça batarak sızlayan kesikler nedendir bir türlü bulamayacak, tıpkı bir hafıza kaybı gibi kopuk anılarla kalacak ve bunun farkında bile olmayacaktı. Çünkü hayatta kalmanın başka bir yolunu bilmiyordu. Mırılandığı şarkı adeta oto pilot modunda yakalamıştı onu, ne söylediğinin farkında olmak bir yana, şarkı söylediğini bile idrak edebilmiş değildi. Bu bilinçsiz halle ‘düşmez kalmaz bir Allah’tır’ diye devam etti ve buruk bir hüsrana bürünen yüz ifadesiyle başını kaldırarak şarkıyı sonlandırdı ‘uyan!’ 

‘Hayret, sen buralara uğrar mıydın? Hiç de huyun değildir halbuki. Ne çok oldu görüşmeyeli, sanki hiç olmamışsın gibi nankörce bir kere aramadım, anımsamadım, yad bile etmedim seni.’ dedi kadın. ‘Aramız açıldı açılalı yokluğunun bile farkında değilmişim şimdi fark ettim, demek ki varlığının da bir anlamı yokmuş. Seni yegane, biricik ve değerli kılan benmişim meğer ha ne dersin? Kızmaya hakkın yok bence, zira sen öğrettin bana hiçbir şey olmamış, hiç yaşanmamış, oralarda bir yerlerde ses bile çıkmamış gibi yok sayarak yaşamayı’ dedi. Yüz ifadesi donmuştu, gözlerinde hayal kırıklığına uğramaktan duyduğu hayal kırıklığı belirginleşmiş, beklentisizce sessizleşmişti. ‘Beğendin mi? Nasıl olmuşum? Hakkını verebilmiş miyim öğretilerinin?’ dedi. ‘Yokluğunda pek de bir şey değişmedi, her zamanki gibi düşe kalka geçti yıllar, bak 33’ün son basamağına çıktım, 34’ü selamlamak üzereyim. Gün batımı gibi yitip giderken bir damla gözyaşı akıtmadığım, sağ salim dön diye ardından su dökmediğim için kızgın mısın yoksa bana? Sen olmazsan hayat bağlarım kesilir, ayakta kalamam sanırdım, sense her zaman bir yolunu bulurum elbet diye güvenirdin bana, karşı konulmaz, gücün kendisinden bile daha güçlü, rakipsiz, yüce bir varlık ilan etmiştin beni. Tüm lütuflarına layık olmak uğruna yapmadığım tek şey canımı almaktı biliyorsun.’ dedi ve küçümsercesine gülümsedi. ‘Tabi ki bilmiyorsun, hiçbir zaman bilmedin, nasıl bilmiyor olabilirsin bilmiyorum ama bilmediğin aşikar, yoksa burada olman gerekirdi, tam burada, aklımın ortasında’ dedi. ‘Hatırlar mısın geceden sabaha adını yazardım her yere, çıkarsızca sevdiğim tek varlık diye adlandırırdım seni, sadece benim sevmemin yeterli olduğu, huzur bulduğum, nasılsa beni de bir anlayan var diye hep sustuğum, tüm hayatımı üzerine kurup taptığım, bir zamanlar gönül rızasıyla sana teslim olmuşluğum vardı hatırlar mısın?’ dedi kadın. Arkasına yaslandı, sessizliğe gök gürültüsü eşlik ediyor, yağmurun habercisi serin bir meltem esiyordu. Üşüyerek ürperdi. ‘Hava 20 derece, bana bu sıcakta üşümek de senden kalan son şey, çok kere doktora gittim neden sürekli üşüyorum, kan değerlerim mi düşük, bir hastalığım mı var diye, psikolojik dediler, ne tuhaf değil mi? Halbuki sen varken ruhum bile sıcacık süzülerek dolaşırdı içimde, güveni iliklerime kadar hisseder, sen varsan gerisi hallolur diye hiçbir şeyi önemsemezdim. Hayatın tüm telaşı bir yana dursun, tek gayem vardı: Önünde sonunda sana layık olmak, öyle ya da böyle seni yaşatmak ve nihayet sona erdiğimde seni bir kez olsun görebilmek. Bunun için yaşardım, varlığımın tek anlamı, amacım, bütünleşmeyi beklediğim yarımdın, özlemim de, sevgim de, sadakatim de hep sanaydı. Hayatımdaki herkes haddimi bilmeyi öğretti bana, senden önce de böyleydi, senden sonrası da pek değişmedi. Ne olursa olsun, ne yaşarsam yaşayayım iki tanığım, iki mabedim, iki mahremim vardı hep. Biri sendin, diğeri de kalem ve inanır mısın kırıldı, tükendi, çalındı ama yine de bir tek kalem ihanet etmedi bana. Bu şarkıyı ilk dinlediğim zamanları hatırlıyor musun? Lise 3. sınıf bitmişti, yaz tatilindeydik o zamanlar. Evin az ilerisinde iki salıncak vardı, hep çocukların yazlığa gidip salıncakları boş bırakmasını beklerdim, yalnızca birinin boş olması yetmezdi üstelik, parkın tamamen boş olması gerekirdi çünkü hep yalnız kalmak, gözden uzak olmak, başka bir şahit, bir varlık olmasın isterdim. Büyümek de sorun, parka gidemiyor insan çoluk çocuğa haksızlık olmasın diye, gitsen de büyüksün diye azar işitiyorsun. Ağustos’un ortasıydı, internetten indirip mp3 çalara atmıştım bu şarkıyı, kablolu kulaklıkla dinlerdim salıncakta sallanırken ard arda. Galiba kaygılarımdan bir an olsun uzak kalabildiğim anları hep salıncakta yaşadım. Derslerle pek aram yoktu biliyorsun, okul benim nefes aldığım nadir yerlerdendi, yaz tatili gelsin istemezdim hiç çünkü o zaman okul kapanır, hep evde olmak zorunda kalırdım. Ama ne hikmetse doğum günümde bir kasvet basardı bana, Ağustos’un ortası her geldiğinde o caaanım sıcak hava gidip yerini sonbahara bırakacak diye bir sıkıntı sarardı ruhumu, moralim bozulur, içim çaresizlikle dolardı. Yaz sonbahara dönecek, sonbahar yavaşça yerini kışa bırakacak ve daha sonbaharın ortasına bile gelmeden çok üşüyeceğim diye şikayet ederek dövüne dövüne ağlayasım gelirdi. Kışları kardan daha soğuk oluyorum, hep çok üşüyorum diye söylenmelerim dört mevsim, 365 güne yayıldı senden sonra. Aidiyet olmayınca insanın üşümesi mevsimlere bağlı olmuyormuş ne garip.’

‘Hatırlar mısın hiç konuşmazdık, öylece dururduk sessizce, sen zaten hiç konuşmadın, bense konuşmadan anlaşılmanın huzurunu yaşar, sadece kendimi avuturdum. Sessizliğimizi bir tek ney sesi bozardı, saatlerce ney üflerdim sana, adına besteler yapar, üfledikçe rahatlar, tüm korkularımdan sıyrılırcasına üstümden yük kalkar hafiflerdim. Düşünüyorum da ney üflemeyi öğrenecek ve hiç konuşmayacak, hatta haksızlığa uğradığımda bile kendimi savunmayacak kadar güveniyordum sana, ben bir hiçtim, kendimden bile fazla seviyordum seni. Senin varlığın bana anlam katan, amaç sağlayan, dayanma gücü veren ve olsun sen varsın ya bu da geçer nasılsa dedirten tek şey, tek sığınağımdı. Ney üflerken ağladığım günü hatırlıyor musun? Şurama taş gibi oturan, boğazımda düğüm düğüm kalan, içerlediğim, ne kadar görmezden gelsem de kurtulamadığım, kabullenmemek için çabalayıp, inkarlar etsem de ayan beyan suratıma vurulan gerçeğin göğsümü nasıl delercesine ağrıttığını hatırlıyor musun? Yük olduğumu, azıcık merhamet şu yana dursun imkan olsa yok edilecek kadar nefret duyulduğumu açıkça işitmek, keşke bir tokat atsaydı diye temennide bulunacak kadar kederli ve biçare bırakmıştı beni. İnsan ağzından çıkan ve aklından geçenlerin başına gelebileceğini bilse daha dikkatli olurdu demiş Enistein, ney üflerken nasıl olur da ağlanır diye merak ettiğim günün ardından ağladığımda, hevesimin kursağıma dizilmesiyle sıyrıldım yavaş yavaş hayallerimden. Yaşadığım hayatın gerçekleri değil hayallerimi yıkmak, onurumu, gururumu bile ayaklar altına almış, dayanıksız bir kentin viran harabelerine, yıldırım düşen ağacın paramparça olmuş gövdesine çevirmişti beni, sadece ayakta durabildiğim için yaşıyor sayılıyordum işte. Ne gelenle mücadele edebiliyordum, ne de geçenle baş edebiliyordum, kafa tasımın içindeki sinirler kaç kez kaynar sularla haşlanırcasına uyarıldı, tekrar tekrar tamir ettiğim tüm inançlar kaç kez tuzla buz oldu, bir de hayallerimin gerçekleşmeyecek olmasıyla yüzleşecek gücüm var mıydı? O gün hayatımda insan olmaya dair vazgeçtiğim, içimden bir bir söküp vedalaşmak zorunda kaldığım tüm beklentilerimi, her bir umudumu, kaygıdan bir saat sonrasını düşünemesem de yarına dair başıma gelmesini istediğim tüm tutunma sebeplerimi, bugün düşünmeyi denemeye bile cesaret edemeyeceğimi nerden bilebilirdim ki?’ dedi kadın, kendi içinde kaybolarak yiten her güzel şey gibi soluklaşan sesiyle. Samimiyetsizce gülümsedi, kinayeli sesiyle ‘neyse ki sen her zaman yanımdaydın, içimde açan şakayık bahçesinde salına salına gezinip kokusunu içime çekmek gibi rahatlatıyordun beni. Her günün sabahı sana uyanır, her gece seninle uzun sohbetler ederdim susarak, fikrim olurdun, zikrim olurdun, tefekkürle, tevekkülle içimi huşu doldururdun. Tutunabildiğim tek dal, yeşeren tek umudum, gücüm, nefesim, aklım, bedenim, varım yoğum hep sendin. Seni bulmasam, seni tanımasam ne yapardım, nasıl biri olurdum, hatta hala hayatta olur muydum bilmiyorum. Bana bahşettiğin dinginliği, korkunç öfkelerden sıyırıp sunduğun sabrı, bu dünyaya emanet olarak gelmiş, gideceği gün için hazırlık yapan bir misafirmişim gibi ağırladığını hiç unutmadım. İnanır mısın sen varken hayat çok kolaydı. Sırtımdaki kamburu, yüzümdeki utancı kaldıran, içimdeki adalet arayışını sonlandırıp kendine ait yapan tek güçtün. Ne sorgulamam gerekiyordu, ne bir sebep aramam, ne de neden diye çırpınmam. Sadece susmak, senin varlığına sığınmak, senden güç almak yetiyordu. Öyle bir hülyaydın ki, ney sırtımda kırıldığında bile senin görüyor olman mutluluk veriyordu bana, canım bile yanmamıştı. Çok basitti işte, düşünmeden, aidiyetle, tek sahibe dönmek için beklemek, teslim olmak, senin uğrunda her şeye geçici birer sınav gözüyle bakmak ve edeple susarak kayıtsız kalmak. Nerden bilecektim bana yaşam hevesi verdiğini düşünürken her şeyin üstünü örtmeme neden olduğunu. Hayatımda uyuşturucu diye adlandırdığım iki şey vardı, biri aşk, diğeri sen, ne garip o aşkı da en saf haliyle sadece sana hissettim. Biliyor musun aramız açıldığından beri bir daha hiçbir şeyi olduramadım. Güvenemedim, sevemedim, sana kavuşmak için gösterdiğim dirayeti bir insan için gösteremedim, sabredemedim, inanamadım, ait olamadım, teslim olmayı bırak düşüncesine bile kapılamadım. Bu denli yüce, eşsiz, bir daha tekrarı olmayan tek aşk bir kula duyulabilir miydi? Seninle tanışmanın iyilik mertebesi ne denli muazzamsa, kötülüğü de dil yarası kadar beterdi. Dünya denen düzende yaşayan ben Havvakızı, bir daha hiçbir şeyi kıymetli ve değer göremedim, korktum, tolerans penceremi daraltarak sadece korktum, hep tetikte kaldım ve sadece kendimi korudum. Ne zaman ki uyuşturucunun etkisi geçti, gözüm görür, aklım sorgular oldu, o zaman hayal kırıklığı bile hissetlerimin yanında toz tanesinden daha önemsiz kaldı, o kadar önemsizdi ki, hislerimin bile değeri, düzeni, sürekliliği kalmadı. Zira öyle bir aşk yaşattın ki bana, en uçta, dorukta yaşadığım duyguların daha azı, insan versiyonu yetmedi, gözüm görmedi, gönlüm kabul edemedi. Kayıtsız kalmak bir süre hayatta kalmamı kolaylaştırdı elbet ama yaşamak istediğim hayat bu değil, burdan gitmelisin diye içimde avazlar yankılandı, ben sustum ama onlar hiç susmadı, feryatları gittikçe arttı, uyutmadı, durmadı, huzurum kalmadı. Var olmak için gitmem gerekiyordu ve gidişin yolları senden geçmiyordu. Adalet arayışım yeniden baş gösterdiğinde senin aslında hiç olmadığını, yalnızca bir düşünceye sığındığımı görmek, beni çarmıha gerilen İsa’nın yaşayan hali yaptı. Temelini atmadan kat çıktığım bina üstüme yıkıldı, barajsız bıraktığım suların altında can çekişerek boğuldum. Seninle vedalaşmam gerektiğini anladığımda kainat bir heyelan gibi çöktü üzerime, yıldızlar içime birer ok gibi saplandı, ay ışığını alıp çekip gitti, güneş bir daha hiç doğmadı. Binbir gece savaştım seninle kalmak için ama o son gecenin sabahına bir tek ben çıktım, kendim dışında herhangi bir şeyden medet ummak, var etmek, umut beslemek kendime ihanet etmek gibiydi. Kendi hakkıma girmek istemediğimi anladığını biliyorum, seni terk etmediğimi ancak gözüme indirdiğin perdeyi kaldırmak zorunda olduğumu anladığını biliyorum, ne yaparsam yapayım, iki dudağımın arasından çıkan söze bakmadığını, içimden geçenin ne olduğunu bildiğini biliyorum, aramızdaki mesafenin seni unutmak olmadığını bildiğini biliyorum ve bildiğini bilmek bana yetiyor.’

‘Bir tütsünün odaya yaydığı koku gibiydin, tütsüye su döküldü. Nefes aldıkça içime dolan oksijen gibiydin, ciğerlerim söküldü. Çocuğunu kapsayarak sarılan bir anne gibiydin, çocuk öldü. Haddini aşan her şey gibi sana olan tüm duygularım da tersine, zıddına döndü. Bil ki gök sana ait ama yağmurunda ıslanmam, yer sana ait ama çıplak ayakla basmam, akıl sana ait ama vehmimde seni canlandırmam, vazgeçtiğim her şey hala hatırımda ama Nuşirevan’dan handan ummam.’

Lilith.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Desire

İnsan eski çağlardan beri kendini ifade etmenin bir çok yolunu denemiş, mağaralara resimler çizmiş, papirüsler icat etmiş, tabletlere dizele...