30 Haziran 2025 Pazartesi

Desire

İnsan eski çağlardan beri kendini ifade etmenin bir çok yolunu denemiş, mağaralara resimler çizmiş, papirüsler icat etmiş, tabletlere dizeler kazımış. Dil denen konuşma aracı yokken bile bir insan evladı beni anlasın diye dert edinmiş, didinmemiş olsaydı, sanırım bugün konuşmak, yazmak türü anlatım yolunu hala kullanamıyor olurduk. Hoş şimdi bile hala bu imkanı kullanmayan insanlar var ama neyse ki üç beş kişinin seçimine bırakılmadığı için ilerleyip devam etmiş. Resim, yazı, müzik, tiyatro, sinema gibi bir kaç çeşitle de derdini anlatma yöntem yelpazesi açmış, süslemiş ve sunmuş. Fakat bir çok insanın istem dışı sergilediği tavır, içinden gelen bir dürtü gibi karşı koyamadığı ve süreklilik arz eden, bazen sözlü iletişimi pekiştiren ama bazen de suskunluğun içinde bile bir anlatı olarak kullanılabilen bir dil daha var: Dokunmak.

Kadın ne kadar uzun süre konuşursa konuşsun, ne kadar farklı dilde, ne denli ayrı kelime kullanırsa kullansın, bir çok örneklem ve dayanak gösterse de içindekileri yeterince ifade edebildiğine bir türlü ikna olamıyordu. İçine sinmiyor, yeterli göremiyor, tam anlamıyla açıklığa kavuşturabildiğine güvenemiyordu. Zira hissettiği şeyleri konuşarak anlatması gittikçe inkansızlaşıyor, dokunmak, her bir hücreye temas etmek ve beden diliyle aktarmak istiyordu. Adamın yüzünü gördüğünde tüm sıkıntısı sırtından kalkıp hafifliyor, kaburgalarındaki baskı azad olup ciğerlerinin şişmesine izin veriyordu. İçine dolan coşku her yanını kaplıyor, yüzü aydınlanıyor ve içi ferahlıyordu. Tüm tasası başını alıp giderken vücudunda itici büyük bir güçle baş başa kalıyordu. Ruhunun kafesten çıkışının özgürlük nidalarını başka bir biçimde atmak istiyordu. Adamın konuşmasını dinliyordu dinlemesine ama tüm haz merkezlerindeki uyarılar adamın dudaklarına yapışmasını istiyordu. Görünüşte her şey normal gibiydi lakin aklından geçenler hiç de ağzından çıkanlara benzemiyordu. Yapmak istediklerine odaklandıkça bir bir gardı düşüyor, teslim olmamak için bir neden bulmak istemiyordu. Karşısında bacak bacak üstüne atmış oturan adama uzun uzun baktı. İçindeki arzu yüzüne yansımaya başlamış, hatta şehveti gözlerinden, bakışlarındaki davetkarlıktan okunuyordu. Derhal adamın yüzüne doğru yaklaşıp gözlerine baktı, dudaklarına yaklaştı, yüzünde nefesini gezdirdi. Adam şaşırmış ancak anın etkisine girmişti, kendini kontrol etmeyi aklından geçirse de, iradesini serbest bırakması an meselesiydi. Kadın, adamın yüzündeki tahrik ifadesini okuyabiliyor, etkisi altına aldığını görebiliyordu. Bu etkinin sahibi olmak içini şiddetli bir güç duygusuyla kaplıyordu. Kadın iki eliyle adamın oturduğu sandalyeyi tutarken beli kıvrılmış, kalçaları dışa doğru daha belirgin hale gelmişti. Dudaklarına küçük şehvetli bir öpücük kondurdu, tutkusunu aktarmak için sabırsızlanırken kulağına fısıldadı ‘istiyorum seni’ dedi. Adam ilkel iç güdüyle elini kadının beline atıp kendine çekti, kucağına oturttu. Nefesleri karışırken şevkle yanan bedenleri elektrik akımı gibi temas ettikçe adeta yangın çıkarıyordu. Bu konuşarak, kelimelere dökülerek anlatılabilecek bir duygu değildi.

Kadın öpüşmeye devam ederlerken göğüslerinden yükselen ateşi hissediyor, adamın elleri küçük bedeninde gezindikçe daha da kuduruyordu. Tişörtünün dekoltesini sıyırıp göğüslerini açtı, ‘acıktın mı?’ dedi ve adamın başını göğüslerine indirerek ağzına dayadı. Adam göğüs uçlarını bir bebek gibi emerken, kadının g noktası uyarılıyor, şiddetle ıslanıyor ve daha çok azıyordu. İnce ve derin inlemeleri aldığı zevkin sadece küçük bir yansımasıydı. Kadın öpüşmeyi kesmeden usulca kucağından kalktı, adamın pantolonunu çıkardı, yüzüne yaklaşıp durdu. Adamın Üzerindeki tişörtü çıkardı ve şehvetle ‘Rahatına bak’ dedi. Dudaklarından aşağıya doğru küçük öpücüklerle indi. Dizlerinin üzerine çöktü, bakışlarında açlığı ve iştahı görülebiliyordu.

Ağzına almak kesinlikle vazgeçilmez ve asla es geçemeyeceği bir davranıştı. Öyle ki ağzı amından daha aç, doyumsuz ve bağımlı sayılacak kadar düşkündü. İç yanakları, dili, dudakları, gırtlağı ve elleri doymadan sıranın başka bir yere gelmesi mümkün değildi, gelecek olsa dahi izin vermemek için elinden geleni yapar, tam tabiriyle küçük ağzında sıkıştırıp alıkoyardı. Ağzına boşalacak olmasının bir önemi yoktu, aksine döllerini dilinde, dudaklarının kenarından süzülerek çenesinde akışını hissetmek kadını daha da azdırıyordu. Hele yutmak, offfff… bütünüyle kendisini aidiyete mühürlemek ve teslim olmak gibiydi. Bir kez daha ağzında bu sertliği hissetmek için sakince sabır gösterir, ne kadar süre gerekirse beklerdi. Hatta uyuması ve dinlenmesi için zaman tanır, akabinde uykusundan ağzına alarak uyandırırdı. Neticede onu doyuma ulaştıracak, haz aleminin semasında dans ettirip titreyerek nefes nefese zirveye ulaştıracak olan kendisiydi ve buna defaatle şahit olmak, kendi eserini seyretmek kadar haz duyduğu başka bir şey yoktu. Bu yüzden değil usanmak, yorulmak, tekrarlamak için çılgınlık derecesinde bir iştah duyuyordu. Dünyanın en karşı konulmaz ve yenilmez hissini erkeğini boşaltmakta buluyor, sebep olduğu şeyi izlemekten tarifsiz bir haz duyuyordu. Çünkü bu onun göreviydi ve görevini başarıyla yerine getirmek kadar onore edecek çok az şey olabilirdi.

Sıcak ve ıslak dili, adamın sikinin etrafında daireler çizerken, bir eliyle oral muameleyi destekliyor, diğer eliyle taşaklarını okşuyordu. Dinmek bilmeyen açlığı, sonsuzluğun girdabında dolaşırcasına bir döngüyle devam ediyor, yaladıkça ağzından salyalar akacak, bu sertliği göğüslerine, boynuna sürecek ve hatta bütün vücudunda gezdirecek kadar arzuluyordu. Tanrım! O kadar içine siniyor, kokusu, taşlaşmış sertliği, kafasından sızan menisi, hatları, boyutu, kalınlığı, gerginliği o denli aklını başından alıyordu ki, hiç acele etmeden tadına doymak, her hücresiyle haşır neşir olmak istiyordu. Ağzında kayıp giden sikin tadını çıkarırken adamın gözlerine şeytani bir bakış attı ‘çok mu hoşuna gitti’ dedi cilveyle, adamın zevkten kıvranması, gırtlağından çıkardığı hırıltılar onu hoşnut tutuyor, bırakmaması için tetikliyordu. Bacak içlerine doğru diliyle ilerledi, baldırı, alt bacakları, bilekleri ve nihayet ayakları… Burada bir süre kalacak, ayağının üstü, parmakları ve altını ağzı sulana sulana yalayacak ve bu sırada ıslanan amını okşayacaktı. erkeğinin onu azdırmak için hiçbir şey yapmasına gerek yoktu, o erkeğini kudurtmaktan tahrik oluyor, zevk aldığını görmek kasılmalarını artırıyor, erkeğini hazırlarken kendisini de hazırlayabiliyordu. Çok fazla ıslanıyor, sıcak ve kaygan suları parmağında hissediyor, amının dudaklarına sürüyordu. Yukarı kasıklarına doğru açlıkla yalayarak çıktı, karnı, göğsü, koltuk altı, kolları, parmakları, parmak uçları ve göğüs uçlarında gezindi. Boynunu es geçemezdi, zevk alan inlemelerle boynunu öpüyor, kulaklarını yalıyor, dudaklarına şehvetle yaklaşıyordu. Bacaklarını açıp kucağına oturdu, sikini amına sürtmeye başladı, erkeğinin elleri belinden kalçalarına inerken tutkuyla öpüyor, adamın dudaklarını yalıyordu. Daha fazla dayanamayarak arzuyla ‘siksene beni’ diye fısıldadı.

Adam hiç düşünmeden kadını kucaklayıp masaya oturttu. Kadını kendisine yaklaştırıp gözlerine baktı, öpüşleri vahşileşirken sikinin kafasını amına yasladı. Alıştıra alıştıra kafasıyla duvarlarını yararak ilerliyor, kadının sıklaşan nefesini dudaklarından bir an olsun ayırmıyordu. Bacaklarını beline sardı, kalçalarını avuçlayarak kavradı ve bir çırpıda dibine kadar dayandı. Kadın kendinden geçmiş haldeydi. Sular amının kenarından akarak masayı ıslatırken, adam kadının boğazını sıktı ve sert darbelerle hızlandı. ‘Böyle mi sikiym seni’ dedi. Amı sikini sarıyor, kavrıyor, darlığını kendi sikine göre açmak aklını başından alıyordu. Kadının amından yükselen zevk ateşi gözlerine kadar ilerlemiş, gözlerini açık tutmasını imkansız hale getiriyordu. Adam gittikçe hırçınlaşıyor, kadın çığlıklarla karşılık veriyordu. Adam amından çıkıp süzülen suları yaladı ve diliyle kadının dudaklarına sürdü. Amı açlıkla cayır cayır yanıyor, adamın dili dokundukça serinliyordu adeta. Tekrar kökleyerek girmeye devam etti. Girdikçe kanı şiddetle pompalanıyor, kadına işkence etmek, canını yakmak istiyordu. İçinden çıkmadan kucaklayıp arkasında duran koltuğa sırt üstü yatırdı. Üzerine çıkıp bütün ağırlığını kadının küçük bedenine bıraktı. Daha fazla girmek, daha çok güç uygulamak, onu cezalandırmak ve perişan etmek istiyordu. Kadını altında can çekiştirmek, çaresiz bırakmak ve kaçamadığını izlemek baştan ayağa zehir gibi güç olarak bedenine yayılıyordu. ‘Çok sert’ diye şikayetçi olacak oldu kadın, ‘sikmemi istememiş miydin?’ dedi adam küstahça. ‘Dayanamıyor musun yoksa’ dedi. Kadın sıklaşan inlemeleri arasında zorlukla ‘dayanamıyoruumm’ diye inledi. Adamın gözü dönmüş gibiydi. Onu zorlayan, kıvrandıran, inleten kendisiydi, bu zevkin dozunu azaltması artık mümkün değildi. Kalkıp kadını bir çırpıda domalttı, havada duran kalçalarının arasında amının ortaya çıkışını görmek daha fazla delirtiyordu. Kafasını koltuğa bastırdı, kalçalarına bir tokat attı ve belinden tutup sertçe girdi. Artık daha da çaresizdi. Her noktasını hissediyor, kafasının dokunduğu noktayı delip geçmek istiyor, ona hükmetmek, boyundurluğu altına sokmak istiyordu. Hızlandıkça kadının direnemeyişini, karşı koyamayışını izliyor, canını yakmak daha fazla zevk almasını sağlıyordu. ‘Duuurr, lütfen dayanamıyorum’ diye seslendi kadın. Sesindeki yakarış, yalvarırcasına acımasını, insafına kaldığını kabullendiğini görmesini istiyordu adeta. ‘ne istersem onu yaparım’ dedi adam ve yavaşlamak şu yana dursun daha da şiddetlendi, yürüyemeyecek hale getirmek, ağlatmak istiyordu. Kadın yastığı ağzına sokup ısırmaya başladı, elleriyle adamı itmeye çalışsa da nafile, adam ellerini belinde birleştirip daha sert sikmeye devam ediyordu. Gömüldüğü koltuktan başını kaldırıp doğruldu, artık yalvarıyor, çaresizce kurtulmak istiyordu. ‘Dur nolur, yapma’ dedi. Adam kadını boynundan kavrayıp kendisine çekti, dudaklarını öpüyor, boynunu yalıyor, sevişmek başka bir boyut kazanıyordu. Kadın, içinde gittikçe büyüyüp duvarlarını daha fazla açılmaya zorlayan siki hissettikçe daha fazla inliyordu. Yakarışları karşılıksız kalınca mecbur kalıp başını yastığa gömdü ve ısırmaya başladı. Adam, kadını yüz üstü koltuğa uzatıp bacaklarını birleştirdi. Giriş yolunu kendisi için daraltmış, kalçalarının arasından yararak giriyordu. Bir süre yavaşlayıp sikinin girişini, amını nasıl açtığını, nasıl aldığını izledi. Kadının kollarını başının üzerinde birleştirip bütün gücüyle girip çıkıyordu. Kadını o sikiyordu, onu bu çaresiz, yalvaran, insafına sığınan hale getiren kendisiydi. Ne kadar can çekişip bağırsa da, dur diye yalvarsa da durmayacaktı ve kadının bundan zevk aldığını biliyordu. ‘Sen benim kadımsın’ dedi fısıldayarak. ‘Sadece benim’ dedi. Kadın devleşen bir hakimiyete boyun eğmekten dehşet zevk alıyor, canının acımasından şikayet etse de bunun daha azını istemiyordu. Bir erkeğe sahip olmak böyle bir şeydi onun gözünde. Ondan güçlü, ondan otoriter… Bir bacağını göğsüne doğru çekti, adam aynı pozisyonu üzerinde tekrarladı. Artık daha derine daha kolay inebiliyordu. Kafası maksimum hassaslığa erişmiş, büyümesi, uyarılmaları boşalacağının sinyallerini veriyordu. ‘Deliriyorum sana’ dedi kadın. ‘Delirr’ dedi adam hızlanarak. ‘Delir ki beni de delirt. Delirt ki hep böyle sikeyim seni’ dedi. ‘Seni böyle mi siksin erkeğin’ dedi adam. ‘Evet, parçala beni’ dedi kadın güç bela. Ve bu son sözleri olabildi. Çünkü amında hissettiği baskı, acı, haz ve sertlik daha fazla konuşmasına imkan vermeyecek haldeydi. Çığlıkları daha da yükseldi ama bu acıdan değil, aldığı yoğun hazdandı. Çok geçmeden adam nefes nefese titreyerek kadının üzerine spermlerini bıraktı ve kadının üzerine yığıldı.

Lilith.



28 Haziran 2025 Cumartesi

60th

 

Kadın loş ışıklı çalışma odasında masaya doğru eğilmiş, bacaklarını açmış, sandalyesini ayaklarıyla kavrayarak oturuyordu. Arkasına yaslanarak oturmayı ne yapsa sevemediğinden, bir türlü rahat edemiyor, bağdaş da kuramadığından masaya en yakın olabildiği bu hali alıyordu. Masadaki A4 kâğıdına kendinden emin halde yazdıkları ardı ardına devam ederken, kısa birer cümlelik farklı farklı isteği maddelerle sıraladı, o an 56. maddeyi yazmayı bitirmek üzereydi. Belki de tamamı gerçekleşme olasılığı yüzde bin olacak kadar gerçekçi ve olmaması için hiçbir neden olmayan şeylerdi.  Hiç durup düşünmesine bile gerek olmadan, adeta hep bugünü beklemiş gibi takılmadan yazmaya devam etti. 57,58,59… Sıraya koymasına, öncelik vermesine bile gerek yoktu aslında, öyle hemencecik ve basitçe halledilebilecek şeylerdi ki, değil zahmet etmek, yalnızca yeltenmek ve bu yönde niyette bulunmak bile kafi idi. Hatta öyle isteklerdi ki birinin olması diğerinin oluşumunu tetikler, adeta çorap söküğü gibi birbirini takip ederdi. Her bir maddede özgüveni biraz daha artmış, güç hissi bir nefes gibi ciğerlerine dolarak damarlarına zerk olmuştu. 60 yazdı ve aniden geri çekilerek durdu, gözlerini hiç ayırmadan sayfaya uzun uzun baktı. Tuhaf bir şey oluyor gibiydi, bakışlarına yerleşen ifade bir anda her şeyi önemsiz kılmış, buz kesmiş, tadı kaçmış, artık heves duymasına imkan dahi kalmamış gibiydi. Öyle ki yüz ifadesindeki derinlik burukluğa dönmüş, hevesli tavrı tamamen silinecek kadar öfkesi netleşmiş, başını kağıttan kaldırmayışı bile ümitsizlik doluydu. Kalemi bıraktı, hışımla kalkıp çantasını aldı, kâğıdı karşısındaki adama uzattı ve odadan çıkmak üzere kapıya ilerledi. ‘Nereye gidiyorsun? Neden 60’ı boş bıraktın?’ dedi. Kadın duraksadı ve kırgın bir iç çekti ‘yazamam‘ dedi. ‘Ne olduğunu söyler misin, lütfen otur konuşalım’ dedi adam. ‘Artık devam etmek istemiyorum, olmayacak’ dedi kadın. ‘Olmayacak olan ne? Seni olmayacağına ikna eden bu denli güçlü şey ne? Geri kalan 59 madde ne olacak peki? Onların bir önemi yok mu?’ dedi adam. ‘Kadın başını yerden kaldırmaya bile cüret etmedi, sesi keskin ve kararlıydı, isteksiz görünüyordu. ‘Önemsiz çünkü hepsi 60. madde gerçekleşmedikçe önemsiz’ diyerek çıktı. Adam arkasından öylece şaşkınlıkla bakakaldı. 

Adam anlamsız bulduğu bu çıkışın ardından, dumura uğramış halde neden diye çaresizce derin nefesler aldı. Ne olmuş olabilirdi ki aniden? Neydi bir anda her şeyi bir kenara bırakacak kadar derhal düşüşün nedeni? Alnını ovuşturarak gözlerini kapattı, kendini toparlamaya çalıştı. Bir şeyi kaçırıyor olması gerekiyordu, yoksa raydan çıkışı kontrol edebilmiş olması gerekirdi. Oysa tahmin bile edemediği bir durumla karşı karşıyaydı, ne oldu be kadın! dedi kendi kendine. Az önce büst gibi ihtişamla otururken çıkıp gidecek noktaya niye gelmişti ki? Oturup neyi kaçırdığını anlamak üzere gözden geçirmeye başlaması gerektiğine karar verdi. Gözlüğünü taktı ve kağıdı eline aldı. Görünürde hiçbir anormallik yok gibiydi, gayet yerli yerinde istekler, mantıklı düşünülmüş ve gerçeklik çerçevesinden hiç çıkılmamıştı. Öyle ki hiçbiri hayal ürünü, imkansız, ütopik ya da distopik değildi. Belki bazılarının gerçeğe dönüşmesi zaman alırdı ama öyle uzun yıllar ya da bir ömür boyu sürecek türden uğraşılar içermiyordu. Herhangi birini ele aldığında hadi dese en fazla üç ay sonra epey bir yol kat edilmiş olabilirdi. Peki ama bunca olabilme olasılığı yüksek arzulardan vazgeçmesini sağlayan tek şey neydi ve neden hepsi sadece bir maddeye bağlı olabilirdi? Aptallık dedi adam, göz göre göre elinin tersiyle itmekti bu, şımarık! dedi. 

Arkasına yaslandı, aklındaki düşünceleri toparlayıp bir düzleme oturtması gerektiğinin farkındaydı ama bu tepki onu ani yakalamış ve oldukça da şok etmişti. Üzerinden atması gereken şaşkınlığın dışında; bir yandan da hak etmediği bir üslupla karşılaştığı hissine kapılıyordu. Bilerek yapmış olamaz heralde dedi, zira hiç de rol yapıyor gibi bir hali yoktu. Yerinden kalkıp bir kadeh viski içmeye ve eşliğinde durmadan düşünmeye karar verdi, istese de şimdilik aklından atamaz ya da başka bir şeye odaklanamazdı. En başından ele almak en doğrusu olacaktı. 

Gördüğü ilk günü anımsadı, kim olduğu, nasıl biri olduğu ya da nasıl göründüğüyle ilgili bir fikri yoktu. Görüşme saati geldiğinde bir çeşit piyango gibi ne çıkarsa onunla karşılaşacaktı. Coşkulu sesiyle merhaba diyerek içeri girdiğinde müthiş bir sürprizle karşılaşmıştı. Baştan ayağa siyahlar içinde, koca gözlü, esmer, ufak tefek bir kadın. İçeriye yalnızca kendisi değil, devasa etki alanıyla aurası da dolmuştu adeta. Bu hoş piyangodan etkilendiğini belli etmemeye çalışarak tokalaşmak üzere gülümsedi ve elini uzattı. İçeriye dolan muazzam bir koku, kocaman bir gülümseme, cilveli bir ses tonuydu. Görüşme 15 dakika kadar sürecekti ama zaman kavramı daha şimdiden kaybolup gitmiş gibiydi. İlginç ama güzel olduğu kadar iyi iletişim kuran, kelimeleri doğru seçen, üstüne bir de komik biri! İnsan daha ne isterdi. Ne için orada olduklarını bile unutacak kadar dalıp gitti bir an, neden boş şeyler konuşmak yerine daha fazla kişisel tanışma ve yakınlaşma yaşayamıyorlardı ki? Teknik bazı konuşmalar yapması gerektiğini unutmamaya çalışıyor ama işini yerine getirmek için atılımda bulunmakta zorlanıyordu, çünkü istediği iş güç konuşmak, şartları netleştirmek değildi. Kendi iç sesiyle de yalan söyleyecek hali yoktu, etkilenmek başka, büyülenmişti adeta. Müthiş bir tanıma isteği, dehşet bir merak dolmuştu içine, ilgisini çekebilmiş miydi, bilmek için neler vermezdi ama kişisel soru sorması yasaktı ve görevini hatırlaması gerekiyordu. Bakışları buluştu, içinde coşkulu halde libidosu tetikleniyor, tam bu ofis ortamında aklından mantığa sığmaz davranışlar sergilemek geçiyordu. Kadını dinleyemiyordu, yönetmesi gereken bir konuşma vardı ve kendisine hükmedecek aklı bulamıyordu. Kahve söyleyip bir nefes alma ve duraksama hakkı tanıdı kendine. Bu görüşme bitmese olmaz mıydı, karşısında özenle çizilmiş bir resim duruyordu, izleme hakkı olmalıydı. Peki ya bu koku da neyin nesiydi! Aklı başından gitmiş, başka herhangi bir şeyi umursayacak durumda değildi. 

Görüşme bittiğinde her ay bu görüşmenin tekrarlanacağını hatırlayarak içine biraz su serpti. Yeniden görebilecek olmak da bir şeydi neticede, hiç görememeye yeğlerdi. Kadın çıkarken istemsizce iç geçirdi. Bu denli kendisinin farkında, ne olduğunun bilincinde ama bir o kadar da sıcak ve mütevazi başka biriyle hiç karşılaşmamış gibiydi. Geride bıraktığı Libre kokusuna doyamamış, sanki tenini kendi teninde hissetmişti. Bu etki kendisine erkek olduğunu hatırlatır gibiydi. Kapanan kapının ardından donmuş halde bakarken içine garip bir ruh hali çöktü. Nedense birden yetersiz, değersiz ve önemsiz hissetmeye başladı. Daha bir dakika öncesine kadar kendisinde dünyaya hükmedecek kadar güç, her şeyi yapabilecek enerji, zor gelen her şeyi bir çırpıda halledebilecek kadar heves, hatta evrenin sahibi olacak bir tanrı gibi hissediyordu. Kadını sarmak, öpmek, teninde gezinip ona sahip olmayı düşleyecek kadar cüretkar ve tüm varlığını ona adayabilecek kadar coşkulu hissediyordu. Bu kadar hızlı alışmış ve şimdiden yoksunluk çekiyor olamazdı, böyle bir vaziyetin imkanı var mıydı? 

Devam eden aylarda yaptıkları her görüşmede aynı hisler artarak devam etmişti. Mutlu olmak tabirinin tam karşılığını bu kadınla bulabilmiş, tam anlamıyla koca bir ay yalnızca onu göreceği 15 dakika için sabır göstermişti. Görüşmedikleri zamanlarda kendisinde eksik gördüğü şeyleri fark ediyor, bu eksiklikleri tamamlamaya çalışarak vakit geçiriyordu. Düşünce ve cümlelerini değiştirmek için kitap okumaya, fiziksel olarak yetersiz gördüğü görüntüsü için spora, bomboş bir adam imajı vermemek için tiyatro ve sinemaya gitmeye ve biraz da yemek kursuna gitmeye başlamıştı. Nedense ona bir gün imza yemeğini yapmak ve eşliğinde sohbet edip şarabını yudumlamak istiyordu. Sigara içmeyi azaltmış, arkadaş çevresinde bazı eksiltmelere, vakit geçirdiği mekanlarda değişikliklere gitmiş ve giyim tarzını da değiştirmeye başlamıştı. Aslında yaptığı her şey kadının dikkatini çekebilmek ve onun kendisiyle ilgilendiğini görebilmek içindi ama hepsi işine yarıyor ve işine geliyordu. Kapıdan her girişinde yeniden hayat enerjisiyle doluyor, hayatındaki her şeyi bir çırpıda düşünmeden değiştirebilecek enerjiyi alıyor ve uygulamaya geçiyordu. Ne garip, anlamsız gelen her şey daha katlanılabilir, zorlandığı her iş kolay halledilebilir ve öfkelendiği her şey daha anlayışla karşılanabilir hale gelmişti. Daha fazlasını yapmak istiyordu, kendisine sürekli halde yeni bir şeyler katabilen, kararlı bir kimliğe bürünen ve istediği her şeyi alabilecek yetiye sahip birine dönüşüyordu. Kendini hiç bu kadar erkek gibi hissetmemişti. İçine dolan karşı konulmazlık hissi, ona kadını sanki bir adım daha yaklaştırıyor gibiydi. Ancak kendisine yetebilen ve ne istediğini bilen bir adam onunla birlikte olabilir ve onu hak edebilirdi. Ama… Her görüşme sonrası kadının arkasından bakakalıyor, içini huzursuzluk kaplıyordu. Kendisinde asla yapmam dediği, kimse değiştiremez saydığı ne varsa değiştirmiş ve yapmıştı. Mutluydu, kendisine güveni gelmiş, sarsılmaz bir otorite abidesi gibiydi. Peki bu boşluk ve karamsarlık neyin nesiydi? 

Her görüşmelerinde bir etkinlik yapıyor, durum değerlendiriyor ve beraberinde eğlenip sohbet ediyorlardı. Kendisini yeteri kadar ispat edebildiğini düşünüyor, görülebilir ve bakılmaya değer bir hal aldığı fikrine varıyordu. O halde bu olur olmadık cereyan eden şey de neydi? İstediği her şeyi yapmamış mıydı, hem de çok kısa süreler içinde. Yeterlilikle donatılmış bir cihaz misali, eski ve zayıf saydığı tüm parçalarını değiştirmişti. Peki sorun neydi? Kendisini eksik, kusurlu, ezik hissediyor, değersizlikle dolup taşıyor, canı sıkılıyor ve hatta acıyordu. Kadının yazdığı tüm maddelere baktı. Hemen hemen hepsi tanıştıklarından beri uyguladığı, gerçekleştirdiği şeylerdi. Saçlarını kestirmek, yeni bir beceri eklemek, kişisel gelişim sağlamak, yüzmek, araba kullanmak, kitap okumak, dil bilgisini geliştirmek, zamanı doğru yönetebilmek, daha az konuşmak, daha fazla kendisiyle vakit geçirmek gibi maddelerle devam ediyordu. Bunların hiçbiri bir insanın yapmayı beceremeyeceği, öğrenemeyeceği ve aşamayacağı şeyler değildi. Aslında gerçekleştirirken de haz alabileceği, keyif duyabileceği durumlardı. Bir tek madde için tüm bunları yapmaktan vazgeçmek, yapmaya değer görmemek, amaçsızlık olduğunu düşünmek nedendi? Ne olmazsa tüm bunlar gereksiz ve yavan kalırdı ki? Tüm ihtişamıyla ayak tırnaklarından saçlarına kadar uyarıldığı ama gidişinin ardından düştüğü boşlukta bulamadığı bir şeyi fark etti. Kadın onun için ulaşılmaz bir çıtada duruyor, ne olursa olsun kendisini ona layık göremiyordu. Hak etmediği, onun için sıradan biri olduğu gerçeğini görmezden geliyor ve her alamadığı ilgi için düşüşe geçiyordu. Olmuyordu, ne yapsa anlamını yitiriyor, takdir edilmiyor, fark edilmiyor ve önemsenilmiyordu. Her şey vardı aslında yaptıklarının içinde. Haz, tutku, arzu, mutluluk, coşku, heves, etki, güç, değişim, sabır, özgüven, yaratıcılık, gelişim, özgürlük, tutarlılık, güven…  Ancak tüm bunları yetersiz kılan, ruhu ince bir dal gibi kıran, bütün hevesini söndüren ve sürdürülebilirliği sağlayan en önemli şey yoktu: kendisi…

Lilith.





25 Haziran 2025 Çarşamba

A Lexis Thymos

Her şeyden önce bir konuya açıklık getirerek başlamak isterim: Biz duyguları yaşamıyor ya da hissetmiyor değiliz, yalnızca duygularla ne yapacağımızı bilmediğimiz için içimize oturan ağırlığı atamayıp can çekişmiş, faydalı tarafına şahit olamadıkça tehdit olarak kaydetmiş, baş etme zorlukları nedeniyle kendi içinde boğulmuş, hissetmeye karşı aşırı bir korku geliştirmiş, bunun sonucu olarak da baskılayarak göz önünden kaldırmayı öğrenmiş ve duygusal körlük denilen noktaya gelmiş çocuklarız. Yani sanılanın aksine duygusuz değil, duygularını iliklerine kadar özgürce yaşamak isteyip, karşılığında bir çok kez dağılmayı ve kendi başına toplamayı öğrenmiş olmanın sonucunda dönüşmeye mecbur kalmış kimlikleriz. 

İnsan hangi evrim süreçlerinden geçip, neler yaşayıp hangi tecrübelerle binlerce yıl içinde bugünkü haline geldi bilemem lakin bir birey olarak ennnn ama en büyük merakım her zaman duyguların oluşumuna dair olmuştur. Öyle ki göremediğimiz, elle tutulmaz o duyguların insana ruhsal ve fiziksel etkileri, beyinde nasıl işlenerek nerelere ulaştığı, ne tür akışlar ve hangi kanallarla cereyan ettiği aklımı hep acabalarla celb etmiştir. Bugün size henüz çokça bilinmeyen, sağda solda sınırlı fikirlerin ve beyanatların olduğu ve maalesef benim de dahil olduğum bir güruhun muzdarib, şikayetçi, öfkeli olduğu, bir kısmın kişilik özelliği, bir kesimin psikolojik, bir tarafın da durum diye özetlediği ve henüz yeni bir keşif sayılabileceğinden pek de fikir sahibi olunmaması sebebiyle yüzeysel kanaat getirilmesinden bıktığım bir halden bahsedeceğim, Aleksitimi…

Kısaca bireyin kendisi de dahil olmak üzere kimsenin duygularını anlamadığı, algılamayamadığı, ayırt edemediği, açıklayamadığı ve ifade etme yeteneğinden yoksun olduğu, tıbbi literatürde ‘duygu körlüğü, duygusal sağırlık, duygu renk körlüğü’ olarak ifade edilen ve Yunanca ‘a lexis thymos’ yani ‘duygular için söz yok’ olarak çevrilen bir tanım. Alexistymos, Yunan tanrısı sanılmasının aksine; bireyin genetik yatkınlığı, beynin amigdala ve nörokorteks arasındaki iletişimin zayıf olması, travma, şiddet, istismar, taciz maruziyetleri, duygusal ifadelerin konuşulmadığı aile modelleri ile duygusal tepkilerin cezalandırılması, iletişim ve sosyallik eksikliği sonucu duygulara karşı edinilmiş bir fobi çeşididir. 

İnsan beyni her şeye rağmen ilkel halinin kendisine aktardığı ilk görevi yerine getirmek, sahibi olan kişiyi korumak ve hayatta kalmasını sağlamak üzerine  proğramlanmıştır. Neticede her türden ahlak kuralı, etik kavramı ya da düzeni sağlamak için koyulan yasak, söz konusu hayatta kalmak ise teferruat olarak kalmış, yaşama tutunmak hiçbir olgunun önüne geçememiştir. (Bkz. Savaş sırasında ve sonrasındaki dönemler) Değişen ve dönüşen toplum düzenleri içerisinde bireyin sürekli halde zarar görmeden yaşamaya devam etmesi için bir takım yenilikler geliştirmiş, canlı kalabilmek namına ortama ayak uydurmayı süreklilik haline getirmiştir. Kabul etseniz de etmeseniz de bu evrimin dik alasıdır, sizden önce de vardı ve sonrasında da dinazorların helak olduğu gibi bir meteor tekrar dünyaya düşmezse devam edecektir. Ancak konumuz psikolojik, o yüzden geri dönelim.

Aleksitimi duyguları hissederken tahmininizden çok kez zarar görmüş olmanın, duygularla defalarca acılı yüzleşmelerin neticesinde benlik bütünlüğünde hasar oluşmasının, ifade etmenin yasaklı, etmemenin de acılı olması sonucu hissetmenin korkuya döndüğü çaresizliklerin bütünüdür. Korku karşısında hayatta kalma modunu açan beynin; bir çeşit savunma mekanizması ile hayatta kalmanın yolunu duyguları görmezden gelmekte bulduğu, bir bakıma çaresiz kalmaya karşı çare yarattığı yöntemidir. Bu yöntem duyguları ifade edememenin bir ismi olabilir ancak; aleksitimik insanların ifade edemeyişi bir isim bulamayış ya da etiketleyip adlandırma yeteneğinden yoksun olmak değil, bu duyguları ölümle eş değer tutacak kadar duyduğu büyük korkudur. Zira bizim duygularımız uçlara çıkacak kadar yüksek ve yoğundur, aksi halde hissedemeyiz. Bu korkuyla duyguları kullanmamaya, uzaklaşmaya ve yabancılaşmaya başlayan beyin, insanlardan ne kadar uzak durursa o kadar güvende olduğuna ikna olur, hayatınızı da buna göre sadeleştirir, tekil ve yalnız kalmaya döner. Ve bir gün duygusal bir sinyal, dürtü, cümle ya da hisle karşılaştığında bu durumu tanımayacak kadar iç dünyasıyla bağlarını koparmış hale gelir. Artık karşılaştığı duyguları göremez, algılayamaz, duyduğunu kafasında bir yere oturtamaz, anlamlandıramaz ve bu nedenle de siz anlatmadıkça anlayamaz. Bu durum duygulara yabancı olacak kadar uzaklaşmanın, bastırmanın ve kendi ihtiyaçlarına dahi kulak vermemenin bir getirisidir. Çünkü hayatın böyle güvenli olduğu çoktan öğrenilmiş ve beyin tarafından kabul edilmiştir, otomatik pilot olarak bu modda olduğunun farkında bile olmadan kişi öylece yaşayıp gider. Bu noktadan sonra aleksitimi artık duygusal konuları sıfırlamaya ve hiç bilmemeye evrilir, duygular artık daha önce tanışmadığı, öğrenmediği birer yabancı uyaranlar halini alır, bu uyaranlara da çoğunlukla kayıtsız kalır. Herhangi bir ortamda tanıştığınız kişi size ismini takdim ettiğinde, o kişiden şu isimli şahıs diye bahsedebilirsiniz, bir tablo incelediğinizde şu isimli ressam, şair, yazar, şarkıcı, şu renk ya da bu cisim diyerek size herkesin kabul ettiği üzere öğretilen isimlerle hitap eder ve belirtirsiniz. Lakin aleksitimi, tüm bu bilinenlerin aksine öğrenmediğiniz, şahit olmadığınız ve yaşamak için aslında müsaadenizin olmadığı, şu diye gösteremediğiniz soyut kavramların bütünüdür. Bir isim koysak dahi bu bizim için yeterli değildir ve verdiğimiz ismin hislerimizden daha azını ifade ettiği kanaatine vardığımız için yetinemez, daha fazla ya da farklı ifade biçimleri ararız. Örneğin yazmak, dokunmak, bakmak, çizmek, enstrüman çalmak vb gibi. Bu öyle boktan bir şeydir ki; bir şeyler olduğunu idrak eder, içinizde bir yerlerde kıpırdanma ya da rahatsızlık hisseder, nefes almakta zorlanır, fiziksel ağrılar çeker, bu duyguları da o ağrıları tarif ederek anlatırsınız örneğin mide ağrısı gibi ama adına direkt olarak şu diyemezsiniz, demekten de korkar, kaçmaya çalışırsınız. Hiçbir sıfat ekleyemediğiniz için yalın halde aktaramaz, aynı zamanda aktardığınızda alacağınız tepkiden korkar, tabirler arasından doğruyu seçemez, kendi içinizdeki inkar süreci nedeniyle heralde şu olsa gerek diyemezsiniz. Olan bitenin ne olduğu konusunda en ufak bir fikrinizin olmasını istemez görmezden gelmeye, yok etmeye çalışırsınız zira hayatta kalma modunuzu açan korku anlatmanıza da engel olur, içinizde sıkışır, sıkar, bunaltır ve dayanılmaz bir hal almaya başlar. Hatta çoğunlukla bu sıkıntılı süreçlerde depresyonda olduğumuz sanılır. 

Bugün 33’ün son düzlüğündeyken kendime ve aleksitimik bireylere dair söyleyebileceğim en net şeyler şunlar olur sanırım: Bizler kapsanmamış, görülmemiş, sevilmemiş, kabul görmemiş ve tek başınalığa itilmiş kişileriz. Biz bir günde böyle olmadık, böyle olmayı öğrendik çünkü hayatta kalmak için mecburduk. Sınırlarımız aşılacak kadar kırılıp dökülmüş ve tüm bunların sonucunda ailemiz dahil olmak üzere insanlardan, sosyallikten uzaklaşmış kendi başına, yalnız yaşamaya alışmış ve bunu normalleştirmiş insanlarız. Zarar görmeye karşı duyduğumuz korkunç korku o kadar büyük ki, zararın ne demek olduğunu sandığınızdan çok daha iyi bildiğimiz için zarar veremeyiz, aklımıza da gelmez, gelse de nasıl yapacağımızı tasarlama yeteneğimiz yoktur, zira size zarar verme düşüncesi bile bizi kıvrandıran acılar çekmeye iter. İnsanlar bizi nasıl kullanacaklarını hiç anlayamadılar, halbuki bize bir şey yaptırmak dünyanın en kolay şeyidir. Biz hasta değiliz, yüzlerce kez düşmenin ardından aldığımız yaraların kapanması, hasarların tamir edilmesi o kadar canımızı yakan süreçlerdi ve o kadar uzun sürdü ki, sadece kendimizi bir kez daha yıkılmaktan korumaya çalışıyoruz, yani derdimiz siz değilsiniz, kendi güvenliğimiz. Siz her belirsiz davranış sergilediğinizde biz bir kez daha koruma kollarını sıkıyoruz ve asla kendimizi size bırakamıyoruz. Davranışları esas alırız, söylediğiniz şeye inanırız ve yapacağım dediğiniz şeyi yapacağınıza inanır, yapmanızı bekleriz. Ancak söylediklerinizi her yapmadığınızda inancımız ve direncimiz kırılır. Dinlemenizi ve dinlediğinize dair güven vermenizi isteriz. Paylaşmak ve anlatmak türevi şeyler bizim için çok zor kavramlar, zira bir sır gibi saklamaktan ziyade bunları nasıl anlatabileceğimizi, anlatıldığında garipsenmeyeceğimizi, dışlanmayacağımızı, yanımızda olunacağını bilemiyoruz. Çünkü bunlarla tahmininizden daha çok yüzleştik. Temelinde değer gördüğümüzün, sevildiğimizin ve önemsendiğimizin altının çizilerek gösterilmesini isteriz çünkü hayal ve düşlem dünyamız yok, söylenenleri gerçekleşmiş kabul edemeyiz, gerçekler kainatı o kadar çok başımıza yıktı ve o kadar yalnız kaldık ki, bir yerden sonra gerçek dünyada kalmak zorundalığımızdan hayal dünyasıyla vedalaştığımızı bile anlamadık. söylediklerinizi ancak yaparsanız görerek ikna olabiliriz, aksi davranışları eşleştiremediğimiz için beyin devrelerimiz yanar ve bu durumlarda anlayamayacağınız ağrılar çekeriz. Bu yüzden tutarlı ve dürüst olmanızı bekleriz. Çünkü sizinle konuşuyorsak zaten ikna olmaya razı olmuşuz demektir. Aksi halde hayatımızda tek başınalıkla hiçbir derdimiz yok ve mükemmel derecede konforlu ve güvende hissediyoruz. Bizi odamızdan çıkartacak gücü sizi verdiysek bunun size özel olduğunu kabul etmenizi ve bu fırsatı doğru kullanmanızı bekleriz. Sohbet arasında ortadan kaybolmanızı anlamlandıramayız, sizin yerinize kendimize bahaneler sunup açıklamalarda bulunamaz, sizin yerinize kendimizle konuşmalar yapmayız. Çok bahane de kabul etmeyiz zira biz olsak ne yapıp edip yerine getireceğimizi biliriz. Sevdiğimizde devrelerimizi tersine çalışmaya zorlarız, bunun ne denli bir efor olduğunu bilseniz bize tapmanız gerekir. Sürekli gerçek dünyada mantığıyla yaşayan bir beyni, duygularımızın ortaya çıkması için susturmaya çalışarak yaşarız, bu yüzden sınıra kadar bekler ve artık mantığımızı susturamadığımız noktada içimizde duygunun esamesi dahi kalmaz. Öte yandan bazı şeylerin bize özel olmasını istemek dışında sizi sıkmayız, boğmayız, kısıtlayıp üzerinizde tahakküm kurmayız. Aksine bizi yönlendirenin siz olmasını inanamayacağınız kadar çok ister, tek başına yönettiğimiz hayatımızı bir lidere bırakmak isteriz. Çoğumuzun iletişim dili temastır çünkü içsel huzursuzluklarımızı paylaşamamamız fiziksel ağrı çekmemize neden olur, bunu da ancak size dokunarak, bakarak ve sesinizi duyarak giderebilir, analiz edip kabullenebilir ve böylelikle güvenilir olduğunuza ikna olabiliriz. Görme süremiz ne kadar uzarsa size duyduğumuz inanç o kadar azalır. Bizler sadık insanlarız, insanları cinsiyetlerine göre ayırmaz herkese aynı dümdüz varlıklar gözüyle bakarız, yalnızca bir tek kişiyi özel ve farklı kabul ederiz, zira ikinci bir kişinin var olmasına kapasitemiz ya da duygularımız yeterli değil ve bunu isteyecek dürtümüz de enerjimiz de yoktur. Aksi halde kafamız karışır, yönetemez, idare edemez ve huzursuzluk çekeriz, bu da bizim katlanabildiğimiz bir şey değil o yüzden ihanet edemez, aldatmayı aklımıza bile getirmez, ihtiyaç duymayız. Yani ya tek ya da hiç mantığını benimseriz. Biz yalan söyleyemeyiz çünkü yalan söylemek için hayali mazeret gerekir, hayal dünyası olmayan bireylerin yalan söylemesini beklemek sizin hatanız olur. Sizin dedikodunuzu yapmayız çünkü hayatımızda arkadaş olarak çok az insan vardır ve bize özel olarak gördüğümüz şeylerden bahsetmekten hoşlanmayız. Dedikodu yapmak gibi bir motivasyonumuz ya da bundan keyif almak gibi bir duygumuz yoktur. Bu yüzden sizinle yaşadıklarımız sizinle gelir ve sizinle birlikte de giderler. Çok fazla yalnız kaldığımız ve tek başına idare etmeyi öğrendiğimiz için çift olmakta zorluk çekeriz. Bu siz isterseniz aşılabilecek, öylece bırakırsanız değişmeyecek bir duruma dönüşür. Varlığınızı hissettirseniz her zaman arkanızda olur, sizi korur ve ihtiyaç halinde yaslanacak omzunuz oluruz ama yok olmayı sürdürürseniz böyle istediğinizi kabul eder ve zamanla yok olmanıza izin veririz. Aslında dümdüz insanlarız, bize ne verirseniz onu alırsınız, biz birer aynayız, yansıtırız, o yüzden gördüklerinize kızıyorsanız, neden böyle oldu diye kendinize sormanız gerekir. Biz size kapağı kapalı bir sandığın anahtarını veririz, kilidi kilitlemek de, kapağı açmak da sizin neyi göze alabildiğinize bağlıdır. Biz sevmek konusunda sandığınızdan çok daha büyük bir kapasiteye sahibiz, öyle ki size bir evren yaratır, o evrenin hakimiyetini size bırakırız. Tek tanrısı, imparatoru, yöneticisi siz olursunuz ve siz ne isterseniz o olur. Her hale bürünebilir, istediğiniz her pozisyonun şeklini alabiliriz, sizi özgür kılan, yaşadığınızı hissettiren, ruhunuzu arındıran her olgu ya da faaliyeti yerine getirmek için çabalarız, bunun karşılığında sevdiğinizi, sahiplendiğinizi, kanatlarınızın altında olduğumuzu hissettirmeniz yeterli. biz size dünyayı serer, bu dünyayı beğenmiyorsanız yenisini yaparız, zira sandığınızdan çok daha güçlüyüz ve yeri geldiğinde o güç size ait olsun isteriz, yeri gelirse de tüm gücü derhal devralırız. Çünkü mutluluğunuza sebep olan şey olmak bizi muazzam tatmin eder ancak mutsuz etmenize sessiz kalmayız, zaten hep böyle sanıp konforla yaşadığınız dünyayı size bizim verdiğimizi, elinizden aldığımızda anlarsınız. Çünkü biz kim olduğumuzun, neleri yapabileceğimizin, nasıl göründüğümüzün ve siz görmeyi bıraksanız bile başkalarınca arzulandığımızın farkında olarak yaşarız. Siz bizim için bir seçenek değil, hiç ihtiyacımız yokken yaptığımız gönüllü bir seçimsinizdir ve tamamen kendi isteğimizle seçtiğimizi kabul etmenizi isteriz. Erilliğinizi, hükmünüzü dilediğinizce yaşayıp sürmenizi isteriz çünkü bu bizim eserimizdir ve eserimizi izlemeyi severiz. Sonsuz fırsat, hak, sabır ve iltimas tanırız ancak! görmezden gelmek, önemsememek ve kırmak için size bir tek hak tanırız ve bir tek şey olmanıza asla izin vermeyiz: Sünger! Aksi halde sessizce haberiniz bile olmadan arka planda tek tek tuğlalarla ördüğümüz o dünyayı yok etmekten asla çekinmeyiz. Affetmek mi? O da sizin beceriniz, tuğlaların yıkılmasına müsade ettiyseniz, daha iyisini yapacak cesaretinizin olması ve ikna edecek kadar gücünüzün olması gerekir. Ve bunları yaparken bizden alacağınız güç olmadığı gerçeğini de kabul etmelisiniz. Aksi halde sizi de hiç tanımamış gibi silmek ve unutmakta zorluk çekmeyiz. Biz duyguları yaşamıyor ya da hissetmiyor değiliz, sadece duygularımıza layık, hak edecek, ehil birine denk gelmeyi bekliyoruz. O yüzden değerinizi bilin, hayat bizim için yalın, sade ve net. Size ihtiyaç kalmayacak konuma gelmemeniz tavsiyemdir. Zira sizi sevmek için zaten duygulardan korkan bir beyne karşı geldiğimizi, kendi kontrolümüzün bizim elimizde olduğunu ve bir ayna olduğumuzu aklınızdan çıkarmayın. Tüm bunları elde edecek, sahibimiz olacak gücünüz, cesaretiniz yoksa pes etmek de bir seçenektir. Zira en büyük korkumuza karşı korkusuzca yaklaşırken, başka bir korkağa ihtiyacımız yok.

Lilith.


22 Mayıs 2025 Perşembe

Pavlov

 

Ne kadar uzak bilemiyordu, ölçülür mü, hesaplanır mı, tahmine sığar mı akıl erdiremiyor lakin alelacele kaçar gibi hızla uzaklaşıyordu. Neredeydi, neydi, kimdi, kimin nesiydi bilmiyordu. Önemli miydi, bir şey ifade eder miydi, var olsa fark eder miydi, gitse birileri kendine dur der miydi bilmiyordu, zaten ihtimaline dahi tahammül gösteremiyordu. Bildiği tek şey; ne olursa olsun için için kendini bile kendiden inkar edip kapının önüne sürüklediğiydi. 

Öyle uzaklaşmak istiyordu ki, kimse yüzünü tanımasın, kimliğini bilmesin, tanıdık birine dahi rastlamasın, adıyla seslenilmesin istiyor, görülmemek, rahatsız edilmemek, bilinmemek için can atıyordu. Ucu bucağı açık bir meydana vardı, savunmasızlığı gittikçe artıyor, kendini hedef tahtası gibi hissediyordu. Nedendir bilinmez, okla vurulacakmış gibi geliyordu, zaten ölüm dediğin acı duymakla eş değerdi ona göre, işkence, azap, tutsaklık, baskılanmak, sinmek, dövülmek ne demekse ölmek de aynı şeydi işte. İçgüdüyle kollarını, göğsünü kapatmak, saklamak istiyor, kendini görülemeyen, dokunulamayan, duyulmayan bir tehlikeden korumak için uğraşıyordu. Öylece olduğu yerde kollarını kavuşturdu, bir suçludan tek farkı kimseyi yaralamamış, bir şey çalmamış, kimseyi dolandırmamış olmasıydı. Zira suç onun içinde yatıyordu, kimse bilmese de o ayıbını biliyor, duyuyor, hissediyor, aklında izinsizce yaşıyordu.

İnsan rutininde devam eden alelade zamanlarda kendi başına iş açmayı ne çok seviyordu, gülistanda hayat sürmüyordu elbet ama sıkıntı arayışı sürekli halde beyni taciz altında tutuyor, güvensiz olduğundan adı kadar emin olduğu güvenli alanına dönmek için kaos arayışına dalıyordu. Artık av değildi, avcı olmasına ihtiyaç yoktu belki ama hayatta kalmanın modern dünyada başka getirileri ve gereklilikleri, varlığını sürdürebilmesi için türlü stratejiler geliştirmesine ihtiyaç vardı. İnsan, ah o insan yok mu, rasyonelliği sağlayamadığı gibi bir de pragmatistliği en olmadık yerlerde, en mide bulandırıcı şemalarla zıpkın gibi saplıyordu işte. Bu tiksinç, alçakça gelen ikiyüzlülüğü içi bir türlü almıyor, kendi içinde kaçamadığı gerçeklik midesini bulandırıyor, kendisinden iğreniyordu. Aklının odaları karma karışık olmuş, kemiklerine hançer saplanıyor, ne kadar bastırsa da kaçtığı fikir delik bir çoraptan çıkan parmak gibi sürekli peyda oluyordu. Kaçamıyordu, işin kötüsü kaçamayacağını biliyor ama yüzleşemiyor, yüzleşmek istemiyor, aklından bir türlü silemediği, korkularıyla kabuslar gördüğü, sindiği, utandığı, sıkıldığı bir şarampole yuvarlanıyordu. Ölesiye nefret ediyor, kendine yakıştıramıyor, korkuyor, aklından çıkıp gitsin diye deliye dönüyordu ama ne çare ki mümkün kılamıyordu. Kaçıyor olması değildi mesele, kabullenmiyor olması sorun değildi, zaten normal olanı da istememesi gerektiğiydi, sorun kurtulmak için figana tutuştuğu şeyi aslında için için yaşamayı arzuluyor olmasıydı ve bunun ne olduğuna dair bir tek kelime etme fikrinden bile ızdırap duyuyordu. Öylece çöküp kaldı meydanın ortasında, kaçmak istemesinin ne faydası vardı ki, kaçtığı şeyi kendisinde, aklında taşıyordu. İmdat diyecek oldu, belki biri bundan kurtulmasına yardım edebilir diye medet bekledi, bir kedi, ağaç, tabela, hatta asfalt bile olurdu, ne ya da kim olduğu önemli değil ama ne olur bunu benden alsın biri dedi. 

Bir ara sakinleşir gibi oldu, utancı doruğa ulaşmış, sınırları aşmış, artık daha fazla yükseğe çıkamıyor, acı bile duymuyordu. Ahlaki savaşı kafasını allak bullak etmiş, yerle yeksan olmuş, ne denli yanlış olduğunun farkında olsa da heyhat! durduracak gücü kendinde bulamıyor, teslim olmamak için direnç gösteriyordu. En acısı da buydu zaten, farkındaydı, biliyordu, seziyordu, anlıyordu ama değiştiremiyor, kendisini hırpalamaktan, yerden yere vurmaktan, suçlayıp dışlamaktan başka bir şey yapamıyordu. Midesine bir yumru oturdu, tanıdık bir misafir gibi yine baş köşeye kurulup oturmuştu stres. Hızlıca bir şeyler düşündü. İmparatorluk dönemi ne kadar sürmüştü ki dünya tarihinde? Epey uzun yıllar coğrafyalar hükümdarlara, ailelerine ve elbette ki kıymetli oğullarına kalmıştı. Kadının yalnızca iki erkek arasındaki çıkar ilişkisinde teminat için sözleşmeye dahil edilip taraflar arasındaki ‘alyans’ olması, kıymetsizliğini, değersizleştirildiğini açıkça gösteriyordu. Hükümdar ve ailesi dışında tebaa, biata mecbur da olsa yegane kıymet erkekler değil miydi? Soyu devam ettiren bir parça sperm miydi gerçekten, bu kadar mı ehemmiyetli, bu denli mi kutsaldı erkekliğin suyu? Maderşahi’den Matriarkal’den  Faderşahi’ye, Patriyarka’ya geçmeyi nasıl ve neden kabullenmiştik ki? Sadece sus denilen, mal gibi alınıp satılan, adı namusla eş tutulan, üremek söz konusu olduğunda anılan, tecavüz edildiğinde, hatta öldürüldüğünde bile kuyruk sallamıştır diyerek suçlanan, söz hakkı hiç olmayan birer ihtiyaç makinesi haline nasıl geldik ulan! 

Biraz duraksadı. Sadece kul olmayı bilen bir millet ne yapar acaba diye düşündü. Ölüm kalımı iki dudak arasından çıkacak söze bakan bir canlı hayatta kalabilmek için nelere katlanır? Kime rüşvet verir? Hangi makama gelmek onu güvende tutar? Ölmemek için nelerden vazgeçer? Çocuğundan, karısından, anasından, babasından feragat edecek kadar güce nasıl tapar? Ve bir soy devam edecek diye, ilkel dürtülerine esir olup kendi çocuğunu gözden mi çıkarır yoksa göz mü koyar? Aile kutsaldır diye ahkam kesen ahlak bekçileri recm için ağzının suyu akarak beklerken, kendi tabularını kendi yaratan, dedikodularla itibarı harcayan, kendisinden bildiğinin suçunu saklayıp, masumu yem gibi atan, hemcinsine kimsenin vermediği zararı verecek kadar düşman olan ey kadınlar! Yetiştirdiğiniz çocukların hiçe saydıklarından siz mesulsünüz, günahkar ilan edip dışladığınız her kız çocuğuna ilk taşı en günahsız olanınız atsın! 

Evet anne istemese de karnındaki hortumla bir bağ kuruyordu illa ki, hormonlar bir şekilde evrimleştiriyor, doğacak yavru için yumurta döllenmeye başladığı an hazırlıklara geçiyordu. Kendisiyle birlikte büyüyüp gelişen bir canlıyı oluşturmak, zarar gelmeden dünyaya gelmesi için uğraş vermekten başka gayesi yoktu elbette. Ama belki bir çocuk değil de, çektiği çileli hayatı yaşamaya değer kılan bir destek yaratıyordu kendine, belki de olmayanları olduracak, yapamadıklarını onun adına yapacak, karşısında duramadığı güce onun yerine dur diyecek bir misyon olarak görüyordu çocuğu, belki de çocuklara babalardan daha fazla tutunmaları bundandı. Fazlaca kutsallaştırıp, bir görev olarak omuzlarına bırakılan çocukla ne yapacağını anne bile bilmiyordu, zaten bundan değil miydi sayıları artmaya başladığında adına tecrübe dediğimiz umarsızlıkları. Öyle olmalıydı muhakkak, öyle olmasa bugün görülmemeyi, duyulmamayı, kapsanmamayı, korunmamayı, değersiz hissetmeyi damalarındaki kandan daha fazla hissediyor olmazdı. Korkuyordu, aklında beliren fikrin tohumu ne zaman baş gösterse derhal üstünü örtmek, yok etmek, elinden gelse öldürmek istiyordu. Evet biraz fazla açık seçik giyiniyordu ama mahrem nedir biliyordu. Belki ulu orta fikrini beyan etmekten çekinmiyordu ama kendi kutsalları, değerleri, kuralları, sınırları ve olmazsa olmazları vardı. Bir tek bu vardı çaresiz, korku içinde bir köşede sindiği, binbir çareden bir teselli bulamayıp dindiremediği. İşte bu olmasa da olur değil, olmasa ne güzel olurlardandı. 

Kaldırıma oturdu, açık alanları oldu olası sevmez, kendini korunmasız hisseder, bir kedi gibi her yanını örten bir kutuya girmek isterdi. Öyle ya nereye ve ne kadar kaçacaktı ki? Ne kadar daha yaşayayacağını bilmediği hayatta, süregeldiği taktirde saklamak, etiketleyip derinlere gömmekten başka bir seçeneği var mıydı? Cevaplar aklına yatmıyor, ikna olmuyor, sığınacak bir yer bulamıyordu. Kulakları uğulduyor, gözleri kararıyor, vücudu karıncalanıyor, bedeni direnmekten bitap düşmüş, beyni reset atma protokolüne başlıyordu. Bir oyun salonunun cam kapısında kaçtığı şeyin bakışlarını gördü. İşte o, hayatı boyunca bir daha yüz yüze gelmemek için türlü yollara başvurduğu, bir daha dönmemek üzere yemin ettiği travmalarının tetikçisi, korku ikliminin imparatoru, köpeğin sahibi Pavlov’du ve cam kapı açıldığında zil çaldı.

Lilith.




20 Mayıs 2025 Salı

Deity


Çok da detaylandırmaya gerek yoktu aslında, yanan bir mumun dibi, bir el fenerinin gövdesi misali, az sonra şimşek çakacağının sinyallerini ayan beyan veren kapkaranlık bir gökyüzüydü işte. ‘Ulan raf bulutu, yapıştın yine Cumulonimbus’a; ülkenin yakasından düşmeyen üç harfliler gibi’ diye söylendi kendi kendine. Sanki özenle hazırlanmışçasına Vanta Black’e bürünmüş sema; belli ki bugün huzur bahşetmeyecek, insanoğlunun içine kasveti tepercesine sıkıştırarak kapatacaktı göğüs kafesini. Bir şeyler mırıldanıyor ‘ahu yi felek mum ben şamdan’ diyerek rutin hayatına devam ediyordu aslında. Her şey bir şekilde akıp gidiyordu işte, zaman geçiyor, tırnakları uzuyor, yaralar kabuk bağlıyor ve nihayetinde her şey unutuluyordu nasılsa. Nasılsa tüm benliği cam gibi düşüp paramparça olduğunda, saplanan cam kırıklarını unutmak için aslında hiç yarası yokmuş gibi yaşamamış mıydı? Öyle bir yok saydı ki kırılan camı, camın varlığını bile anımsamayacak, kıpırdandıkça batarak sızlayan kesikler nedendir bir türlü bulamayacak, tıpkı bir hafıza kaybı gibi kopuk anılarla kalacak ve bunun farkında bile olmayacaktı. Çünkü hayatta kalmanın başka bir yolunu bilmiyordu. Mırılandığı şarkı adeta oto pilot modunda yakalamıştı onu, ne söylediğinin farkında olmak bir yana, şarkı söylediğini bile idrak edebilmiş değildi. Bu bilinçsiz halle ‘düşmez kalmaz bir Allah’tır’ diye devam etti ve buruk bir hüsrana bürünen yüz ifadesiyle başını kaldırarak şarkıyı sonlandırdı ‘uyan!’ 

‘Hayret, sen buralara uğrar mıydın? Hiç de huyun değildir halbuki. Ne çok oldu görüşmeyeli, sanki hiç olmamışsın gibi nankörce bir kere aramadım, anımsamadım, yad bile etmedim seni.’ dedi kadın. ‘Aramız açıldı açılalı yokluğunun bile farkında değilmişim şimdi fark ettim, demek ki varlığının da bir anlamı yokmuş. Seni yegane, biricik ve değerli kılan benmişim meğer ha ne dersin? Kızmaya hakkın yok bence, zira sen öğrettin bana hiçbir şey olmamış, hiç yaşanmamış, oralarda bir yerlerde ses bile çıkmamış gibi yok sayarak yaşamayı’ dedi. Yüz ifadesi donmuştu, gözlerinde hayal kırıklığına uğramaktan duyduğu hayal kırıklığı belirginleşmiş, beklentisizce sessizleşmişti. ‘Beğendin mi? Nasıl olmuşum? Hakkını verebilmiş miyim öğretilerinin?’ dedi. ‘Yokluğunda pek de bir şey değişmedi, her zamanki gibi düşe kalka geçti yıllar, bak 33’ün son basamağına çıktım, 34’ü selamlamak üzereyim. Gün batımı gibi yitip giderken bir damla gözyaşı akıtmadığım, sağ salim dön diye ardından su dökmediğim için kızgın mısın yoksa bana? Sen olmazsan hayat bağlarım kesilir, ayakta kalamam sanırdım, sense her zaman bir yolunu bulurum elbet diye güvenirdin bana, karşı konulmaz, gücün kendisinden bile daha güçlü, rakipsiz, yüce bir varlık ilan etmiştin beni. Tüm lütuflarına layık olmak uğruna yapmadığım tek şey canımı almaktı biliyorsun.’ dedi ve küçümsercesine gülümsedi. ‘Tabi ki bilmiyorsun, hiçbir zaman bilmedin, nasıl bilmiyor olabilirsin bilmiyorum ama bilmediğin aşikar, yoksa burada olman gerekirdi, tam burada, aklımın ortasında’ dedi. ‘Hatırlar mısın geceden sabaha adını yazardım her yere, çıkarsızca sevdiğim tek varlık diye adlandırırdım seni, sadece benim sevmemin yeterli olduğu, huzur bulduğum, nasılsa beni de bir anlayan var diye hep sustuğum, tüm hayatımı üzerine kurup taptığım, bir zamanlar gönül rızasıyla sana teslim olmuşluğum vardı hatırlar mısın?’ dedi kadın. Arkasına yaslandı, sessizliğe gök gürültüsü eşlik ediyor, yağmurun habercisi serin bir meltem esiyordu. Üşüyerek ürperdi. ‘Hava 20 derece, bana bu sıcakta üşümek de senden kalan son şey, çok kere doktora gittim neden sürekli üşüyorum, kan değerlerim mi düşük, bir hastalığım mı var diye, psikolojik dediler, ne tuhaf değil mi? Halbuki sen varken ruhum bile sıcacık süzülerek dolaşırdı içimde, güveni iliklerime kadar hisseder, sen varsan gerisi hallolur diye hiçbir şeyi önemsemezdim. Hayatın tüm telaşı bir yana dursun, tek gayem vardı: Önünde sonunda sana layık olmak, öyle ya da böyle seni yaşatmak ve nihayet sona erdiğimde seni bir kez olsun görebilmek. Bunun için yaşardım, varlığımın tek anlamı, amacım, bütünleşmeyi beklediğim yarımdın, özlemim de, sevgim de, sadakatim de hep sanaydı. Hayatımdaki herkes haddimi bilmeyi öğretti bana, senden önce de böyleydi, senden sonrası da pek değişmedi. Ne olursa olsun, ne yaşarsam yaşayayım iki tanığım, iki mabedim, iki mahremim vardı hep. Biri sendin, diğeri de kalem ve inanır mısın kırıldı, tükendi, çalındı ama yine de bir tek kalem ihanet etmedi bana. Bu şarkıyı ilk dinlediğim zamanları hatırlıyor musun? Lise 3. sınıf bitmişti, yaz tatilindeydik o zamanlar. Evin az ilerisinde iki salıncak vardı, hep çocukların yazlığa gidip salıncakları boş bırakmasını beklerdim, yalnızca birinin boş olması yetmezdi üstelik, parkın tamamen boş olması gerekirdi çünkü hep yalnız kalmak, gözden uzak olmak, başka bir şahit, bir varlık olmasın isterdim. Büyümek de sorun, parka gidemiyor insan çoluk çocuğa haksızlık olmasın diye, gitsen de büyüksün diye azar işitiyorsun. Ağustos’un ortasıydı, internetten indirip mp3 çalara atmıştım bu şarkıyı, kablolu kulaklıkla dinlerdim salıncakta sallanırken ard arda. Galiba kaygılarımdan bir an olsun uzak kalabildiğim anları hep salıncakta yaşadım. Derslerle pek aram yoktu biliyorsun, okul benim nefes aldığım nadir yerlerdendi, yaz tatili gelsin istemezdim hiç çünkü o zaman okul kapanır, hep evde olmak zorunda kalırdım. Ama ne hikmetse doğum günümde bir kasvet basardı bana, Ağustos’un ortası her geldiğinde o caaanım sıcak hava gidip yerini sonbahara bırakacak diye bir sıkıntı sarardı ruhumu, moralim bozulur, içim çaresizlikle dolardı. Yaz sonbahara dönecek, sonbahar yavaşça yerini kışa bırakacak ve daha sonbaharın ortasına bile gelmeden çok üşüyeceğim diye şikayet ederek dövüne dövüne ağlayasım gelirdi. Kışları kardan daha soğuk oluyorum, hep çok üşüyorum diye söylenmelerim dört mevsim, 365 güne yayıldı senden sonra. Aidiyet olmayınca insanın üşümesi mevsimlere bağlı olmuyormuş ne garip.’

‘Hatırlar mısın hiç konuşmazdık, öylece dururduk sessizce, sen zaten hiç konuşmadın, bense konuşmadan anlaşılmanın huzurunu yaşar, sadece kendimi avuturdum. Sessizliğimizi bir tek ney sesi bozardı, saatlerce ney üflerdim sana, adına besteler yapar, üfledikçe rahatlar, tüm korkularımdan sıyrılırcasına üstümden yük kalkar hafiflerdim. Düşünüyorum da ney üflemeyi öğrenecek ve hiç konuşmayacak, hatta haksızlığa uğradığımda bile kendimi savunmayacak kadar güveniyordum sana, ben bir hiçtim, kendimden bile fazla seviyordum seni. Senin varlığın bana anlam katan, amaç sağlayan, dayanma gücü veren ve olsun sen varsın ya bu da geçer nasılsa dedirten tek şey, tek sığınağımdı. Ney üflerken ağladığım günü hatırlıyor musun? Şurama taş gibi oturan, boğazımda düğüm düğüm kalan, içerlediğim, ne kadar görmezden gelsem de kurtulamadığım, kabullenmemek için çabalayıp, inkarlar etsem de ayan beyan suratıma vurulan gerçeğin göğsümü nasıl delercesine ağrıttığını hatırlıyor musun? Yük olduğumu, azıcık merhamet şu yana dursun imkan olsa yok edilecek kadar nefret duyulduğumu açıkça işitmek, keşke bir tokat atsaydı diye temennide bulunacak kadar kederli ve biçare bırakmıştı beni. İnsan ağzından çıkan ve aklından geçenlerin başına gelebileceğini bilse daha dikkatli olurdu demiş Enistein, ney üflerken nasıl olur da ağlanır diye merak ettiğim günün ardından ağladığımda, hevesimin kursağıma dizilmesiyle sıyrıldım yavaş yavaş hayallerimden. Yaşadığım hayatın gerçekleri değil hayallerimi yıkmak, onurumu, gururumu bile ayaklar altına almış, dayanıksız bir kentin viran harabelerine, yıldırım düşen ağacın paramparça olmuş gövdesine çevirmişti beni, sadece ayakta durabildiğim için yaşıyor sayılıyordum işte. Ne gelenle mücadele edebiliyordum, ne de geçenle baş edebiliyordum, kafa tasımın içindeki sinirler kaç kez kaynar sularla haşlanırcasına uyarıldı, tekrar tekrar tamir ettiğim tüm inançlar kaç kez tuzla buz oldu, bir de hayallerimin gerçekleşmeyecek olmasıyla yüzleşecek gücüm var mıydı? O gün hayatımda insan olmaya dair vazgeçtiğim, içimden bir bir söküp vedalaşmak zorunda kaldığım tüm beklentilerimi, her bir umudumu, kaygıdan bir saat sonrasını düşünemesem de yarına dair başıma gelmesini istediğim tüm tutunma sebeplerimi, bugün düşünmeyi denemeye bile cesaret edemeyeceğimi nerden bilebilirdim ki?’ dedi kadın, kendi içinde kaybolarak yiten her güzel şey gibi soluklaşan sesiyle. Samimiyetsizce gülümsedi, kinayeli sesiyle ‘neyse ki sen her zaman yanımdaydın, içimde açan şakayık bahçesinde salına salına gezinip kokusunu içime çekmek gibi rahatlatıyordun beni. Her günün sabahı sana uyanır, her gece seninle uzun sohbetler ederdim susarak, fikrim olurdun, zikrim olurdun, tefekkürle, tevekkülle içimi huşu doldururdun. Tutunabildiğim tek dal, yeşeren tek umudum, gücüm, nefesim, aklım, bedenim, varım yoğum hep sendin. Seni bulmasam, seni tanımasam ne yapardım, nasıl biri olurdum, hatta hala hayatta olur muydum bilmiyorum. Bana bahşettiğin dinginliği, korkunç öfkelerden sıyırıp sunduğun sabrı, bu dünyaya emanet olarak gelmiş, gideceği gün için hazırlık yapan bir misafirmişim gibi ağırladığını hiç unutmadım. İnanır mısın sen varken hayat çok kolaydı. Sırtımdaki kamburu, yüzümdeki utancı kaldıran, içimdeki adalet arayışını sonlandırıp kendine ait yapan tek güçtün. Ne sorgulamam gerekiyordu, ne bir sebep aramam, ne de neden diye çırpınmam. Sadece susmak, senin varlığına sığınmak, senden güç almak yetiyordu. Öyle bir hülyaydın ki, ney sırtımda kırıldığında bile senin görüyor olman mutluluk veriyordu bana, canım bile yanmamıştı. Çok basitti işte, düşünmeden, aidiyetle, tek sahibe dönmek için beklemek, teslim olmak, senin uğrunda her şeye geçici birer sınav gözüyle bakmak ve edeple susarak kayıtsız kalmak. Nerden bilecektim bana yaşam hevesi verdiğini düşünürken her şeyin üstünü örtmeme neden olduğunu. Hayatımda uyuşturucu diye adlandırdığım iki şey vardı, biri aşk, diğeri sen, ne garip o aşkı da en saf haliyle sadece sana hissettim. Biliyor musun aramız açıldığından beri bir daha hiçbir şeyi olduramadım. Güvenemedim, sevemedim, sana kavuşmak için gösterdiğim dirayeti bir insan için gösteremedim, sabredemedim, inanamadım, ait olamadım, teslim olmayı bırak düşüncesine bile kapılamadım. Bu denli yüce, eşsiz, bir daha tekrarı olmayan tek aşk bir kula duyulabilir miydi? Seninle tanışmanın iyilik mertebesi ne denli muazzamsa, kötülüğü de dil yarası kadar beterdi. Dünya denen düzende yaşayan ben Havvakızı, bir daha hiçbir şeyi kıymetli ve değer göremedim, korktum, tolerans penceremi daraltarak sadece korktum, hep tetikte kaldım ve sadece kendimi korudum. Ne zaman ki uyuşturucunun etkisi geçti, gözüm görür, aklım sorgular oldu, o zaman hayal kırıklığı bile hissetlerimin yanında toz tanesinden daha önemsiz kaldı, o kadar önemsizdi ki, hislerimin bile değeri, düzeni, sürekliliği kalmadı. Zira öyle bir aşk yaşattın ki bana, en uçta, dorukta yaşadığım duyguların daha azı, insan versiyonu yetmedi, gözüm görmedi, gönlüm kabul edemedi. Kayıtsız kalmak bir süre hayatta kalmamı kolaylaştırdı elbet ama yaşamak istediğim hayat bu değil, burdan gitmelisin diye içimde avazlar yankılandı, ben sustum ama onlar hiç susmadı, feryatları gittikçe arttı, uyutmadı, durmadı, huzurum kalmadı. Var olmak için gitmem gerekiyordu ve gidişin yolları senden geçmiyordu. Adalet arayışım yeniden baş gösterdiğinde senin aslında hiç olmadığını, yalnızca bir düşünceye sığındığımı görmek, beni çarmıha gerilen İsa’nın yaşayan hali yaptı. Temelini atmadan kat çıktığım bina üstüme yıkıldı, barajsız bıraktığım suların altında can çekişerek boğuldum. Seninle vedalaşmam gerektiğini anladığımda kainat bir heyelan gibi çöktü üzerime, yıldızlar içime birer ok gibi saplandı, ay ışığını alıp çekip gitti, güneş bir daha hiç doğmadı. Binbir gece savaştım seninle kalmak için ama o son gecenin sabahına bir tek ben çıktım, kendim dışında herhangi bir şeyden medet ummak, var etmek, umut beslemek kendime ihanet etmek gibiydi. Kendi hakkıma girmek istemediğimi anladığını biliyorum, seni terk etmediğimi ancak gözüme indirdiğin perdeyi kaldırmak zorunda olduğumu anladığını biliyorum, ne yaparsam yapayım, iki dudağımın arasından çıkan söze bakmadığını, içimden geçenin ne olduğunu bildiğini biliyorum, aramızdaki mesafenin seni unutmak olmadığını bildiğini biliyorum ve bildiğini bilmek bana yetiyor.’

‘Bir tütsünün odaya yaydığı koku gibiydin, tütsüye su döküldü. Nefes aldıkça içime dolan oksijen gibiydin, ciğerlerim söküldü. Çocuğunu kapsayarak sarılan bir anne gibiydin, çocuk öldü. Haddini aşan her şey gibi sana olan tüm duygularım da tersine, zıddına döndü. Bil ki gök sana ait ama yağmurunda ıslanmam, yer sana ait ama çıplak ayakla basmam, akıl sana ait ama vehmimde seni canlandırmam, vazgeçtiğim her şey hala hatırımda ama Nuşirevan’dan handan ummam.’

Lilith.



28 Nisan 2025 Pazartesi

Ferfecir

İnsan bin dil de bilse, kelimeler bazen ifade etmek için yetmez. Sembol, işaret, nesne bile kifayetsiz kalır da, göğüs kafesini açıp derdini tam da şu diye gösteremez. Ne zan, ne ah, ne de zaman mutlaktır, suç sona da erse, alehe kanun geri yürümez.

Fişek timsali esen rüzgârın harladığı bir ateşim şimdi, gönlüm hare hare yandıkça eriyen tasavvuf pervaneleri gibi. Ah, huzur gidiyor can gibi bedenden, bir ayazım ben buralarda, gökten uzak kendi iliklerine işleyen. Diyorum ki; vakit çok acı inlemelerle geçiyor, tarihin tekerrür kabiliyetine çıkardığım şapka unufak ediyor başlayarak tırnaklarımdan, oysa bir yastıktım ben, çarpmaması için kapı önüne konulan.

Kapıda söylenen türküler işitiyor kulaklarım, dövünüyor taş gibi sinem, olmaz olasıca bir figân tutturuyor, gider gibi el ayak çekerek ömrümün senelerinden. Uzunca oturup küçük düşünerek eridi koca kış güneşi, uzaktı oysa bana tutkular, el-alem gibi yüzümü çevirsem değeceği kadar mesafelerden. Zaman ne eğreti, ne büyük emanetsin omuzlarımdan yüklenip belimi kambura çeviren. Oysa küçük bir kız çocuğunun kadınlık evresine geçişinden ibarettim, neyin nesiydi terbiye edercesine vurduğun sillen?

Düş kırıklıklarımla selamlaştım geçenlerde, öylesine yavan ve ürkek, telinden sökülürcesine bir sazın el-aman ediyor feryatlarım, etme, ben ki savunmasız bir insanın öteye itilmiş evladıyım, bir mavi sızıyla bir başıma bırakıyorsun beni tasalarım henüz gün yüzü görmeden.
Bir tabure çektim zor günlerin altına, sus dedim yağmur duasına çıkan göz pınarlarıma. Ve gülüşüm kaçarken yansımamdan, çaresizliğimden pustum an be an, oysa bir kalemdim ben, eski bir teyp kasetini sarmak için kullanılan. 

Kaç sigara yaktım bilinmezin ardından ve kaç geceyi birleştirdim sabahlarla eşliğinde öten bir çekirgenin. Evimin ön bahçesi kadar çorak, hanemin içi gibi mahremdi şayet irdelenmeseydi öfkem. Bir demet çiçek sunarak af olunmak isteyiş gibi manasız şimdilerde özür ve görünen köy gibi önümde duracak kadar ayandı kabahatler. Durdum düşünürken aniden, her gidiş bir gelişti belki ama gelişi görmek istiyor muydum sahiden?
Bir yaman çekişki sardı alev alev her yanımı, yokladım kendimde kendimi, ben yerimde yoktum ve maziye benzedi birden yad oluşum.

Üstü açık bir arabaydı dünya, yağmur da yağıyordu başıma, taş da. Ve endişeler dedi içimden bir ses fısıltıyla, bir zehir gibi işliyor yavaşça kanıma. Dokunduğum her yer yanıyor şimdi, hayret saç uçlarına kadar kırılabiliyormuş insan, hayret hükmüm siliniyor bir bir aslanı olduğum ormandan, oysa bir imla kılavuzuydum ben, kullanılmak üzere alınıp rafa kaldırılan.

https://youtu.be/R8isnWHdj40?si=ASApdwwyZ6l65SYc

Lilith.

25 Nisan 2025 Cuma

Mihnet

Ps: If you want to read more, click on the 'you shall not pass' text at the top of the page.


Mutlak güç zehrinden içti ki varlığının da yekpare şahidi oydu, iblisi mevtten hallice yeğleyip gözün suyuna dahi hacz koydu, yegane bir çizik gibi göğünde kuşak lakrenk şahikada soldu, daimi zaruret dahi tarfer-ül ayn gibi terk-i diyara mecburdu Ademoğlu.

Çarşafa acemice sarılmış sigara gibi tütüyor ay ışığının görünmeyeni. Ah-ı feryad, figan-ı feragat.. Tam buramdan gidiyor aşiyanına kanatlarıyla, çarpar gibi değil ha! anlamadığın bir çırpınışla. Ay'ın etkisiyle değişmiş diyorlar şu taraftan gelenler. Ne de çok biliyorlar ya zaten her boku, bir bokken bile hatta iki boku. Oysa uzak değil demiştin bahşettiğin iştiyak-ı kenan, şimdi sahtekarlık da burada, alçaklık da, hasret de, öfke de, ben de buradayım Ademoğlu.

Bir inleme aldı gırtlağımı, soluksuz müphem sesler yankılanıyor dimağımda, yalvarıyor öfkem gizli saklı usanmış sıkıntılarına. İnanılmaz olmasına bin anlamdan bir anlamı, bin ilacın bir dozunu, dördünden otuzunu veremiyorum Ademoğlu.

Yaman ki ahtım var sekerat-ül mevi ile göğün beş kat üstüne gömülen. Diyarlar arası seyyahlıkla bozdu aklını, bir geminin güvertesi, uçağın kanadında, bir haftada, bir asırda, belki 365 gün belki buçuklarla. Alem-i ervahta bilmediğini yapamazmış meğer şuncacık insan, eşleşen bir sıfatı yoktu cana işleyen başka bir tarifle, kağıt kesiğinden beter kıyasa od olup tutuştukça kavruldu, neticesiz bin bir çareyi su-i zanın ile mahvettin Ademoğlu.  

Gölgemin bedeni yürüyor karanlıkta ardımdan, kalıcı mı gidici mi ay ışığında bilmiyoruz. Bir kaldırım taşı gibi sökülüp giden parçalarımızın eksikliği ne zaman tamamlanır, akıl ya bu, başa hangi aralık hangi yaşta gelir, hatta gelir mi onu da bilmiyoruz. Şarap içiyorlar ötede karmakarışık kalabalıkla, ne sen varsın içlerinde ne de ben görünüyorum ortalıkta. Çep yandan esen rüzgar aldı gitti sanırsın sille gibi hışımla. Gönlü okşayan bir tıngırtıyla iki büklümüz, küçülebiliyor ama daha fazla büyüyemiyoruz, inanmazsın sular sığ ama boğuluyoruz.

Sevemiyoruz Ademoğlu sevemiyoruz çünkü sevmenin ne olduğunu bilmiyoruz.

Lilith.


Desire

İnsan eski çağlardan beri kendini ifade etmenin bir çok yolunu denemiş, mağaralara resimler çizmiş, papirüsler icat etmiş, tabletlere dizele...