21 Haziran 2024 Cuma

Opposition

 

Haklı ya da suçlu olmak, yenilmek ya da kazanmak, kabullenmek ya da reddetmek… söz konusu seçimler arasında sıkışmak olduğunda, tercihiniz kaybetmekten yanaysa bir yolu var: İnkar etmek.

Herhangi bir yarışta birbirini geçmeye çabalayarak; daha iyi sonuç alınmasıyla zafer gayesi güden ve üstünlük sağlanması amaçlanan durumlara rekabet denir. Rekabet aynı işi yapan iki firma, aynı dalda yarışan iki sporcu, takım, siyasi partiler ya da hayvanlar arasındaki kazanma amacı güdülen bir performans yarışıdır. Taraflar arasındaki birbirini mağlup etme, önde olma ve daha iyi olduğunun ortaya konulması sonucunda sağlanan zafer; ister bir müsabaka takımı, ister Eurovision, ister F1, isterseniz bir siyasi parti olsun, kişiye dahil olduğu grubun doğru olduğu tatminini sağlarken; şahsi bir övünç, gurur ve toplumun onayladığı durumun içinde olmanın verdiği kıvanç ile kabul görmenin ispatlanması duygularını yaşatır. Ayrıca saldırgan bir hırsa dönüşmediği sürece oldukça tatmin edici, insanı doyuma ulaştırabilen, mutluluk verici bir durumdur. Fakat rekabet yalnızca aynı kulvarda olan iki tarafın birbiriyle aşık atması ve rüştünü ispatlama çalışmasıyla görülmez, aynı zamanda iki tarafın şahsi güç savaşının intikama dönüştüğü ve adına düşman denilen iki cephe ya da kişi arasında da ortaya çıkar. Hepsinin bu yarış ve rekabet neticesinde kazanmayı beklediği ve hedeflediği bir nesne, materyal ve ünvan varken, rekabetin ve rakipliğin söz konusu dahi olmaması gereken bir olgu vardır: Aşk…

Rekabet doğru stratejiler, antrenmanlar ve çalışma programları ile hazırlanarak sürdürülmesi gereken, sistemli şekilde hedefe yönelme ve amaca hareket etme şeklidir. Neticede kim kazanırsa kazansın, karşılığında tescillenmiş bir marka, madalya almış bir sporcu, kupa takdim edilen takım, bahisçisine para kazandıran bir kupona dönüşeceği ve bir güruhun ya da taraftarın bu sevince ortak olacağı aşikardır. Peki o zaman bu durumda soralım: Kişisel rekabet tam olarak neyi kazanmayı hedefler?

İnsan doğası gereği nötr ya da pozitiftir. Negatif içerikler yaşam içerisinde aktarılan ve oluşan durumlarken, normal şartlarda insanın hamurunda kötülük yoktur. Lakin insan; yeterli onaylanma, kabul edilme, görülme, takdir edilme, anlaşılma, empati, koşulsuz sevgi ve değer hissi alamadığında pozitif duygular da negatife evrilmeye ve kişi kendi kıymetini, yeterliliğini sorgulamaya başlar. Bu durum kırılgan yapının saldırı altında olduğunu düşünerek savunmaya geçen bir iletişim biçimine, kişiselleşmesine dönüşür ve etki-tepki dönüşü bizden birer yansımalar oluşturmaya başlar.

İnsan kendi içinde eksik gördüğü ve çatıştığı noktaları dış dünyadan saklayarak, göstermeyerek ve üstünü örterek görmezden gelmeye çabalar ve özgüvenli duruş sergilemeye gayret ederek yaşamını sürdürmeyi dener. Nitekim muhtemel suretle kendine olan sevgisizliğinden rahatsızlık duyulabileceğine, istenmeyeceğine, dışlanacağına, kendisinden uzaklaşılmasına sebep olacağına derin bir inanç duyar ve bunları utanılacak birer durum olarak etiketleyerek derin bir yara açar. Bu durumu giderme dürtüsü mükemmel olma zorunluluğunu tetikleyerek; kendini kusurlu göstermekten nefret eden, güçsüz ve aciz yaftası yiyebileceğini düşünen, iyi ve güzel olana layık olamayacağını kanıksayan, dışarıdan eksiksiz ama içeriden mutsuz olan çarpık bir duruma dönüşür. Kendi iç dünyasından hayli uzaklaşma isteği duyan kişi, özbenliğinin açığa çıkması korkusuyla tepkime geliştirir ve bu yoksunluklarla baş etmek, birlikte yaşamak güçleştikçe kendisi ile arası açılmaya, kendisine sevgi duymamaya ve kendisine mesafe koymaya başlar. Karşısındakinin anlatımları içerisinde yer alan cümlelerden ve aktarılan durumlardan ‘bunu demek istedi’ şeklinde doğruyu yansıtmayan çıkarımlarda bulunur ve alınganlaşır. Kendisini değersiz, yetersiz ve önemsiz gören kişi, yalnızca sözlere değil, davranışlara karşı da hassastır çünkü kendi içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir ‘yüzüne vurulma’ korkusuyla didişip durmaktadır. Partnerine cinsel olarak yetemediğinden, fiziksel görüntüsüne, konuşma biçiminden, yemek yemesine kadar bir çok konuda kaygı ve onaylanmama korkusu yaşayan kişi, içindeki yaraların görülmemesi için dürüstlük tavrı takınır. Dürüstlük tavrı, kişinin her düşündüğü ve hissettiğini, tüm olan biteni, kendisini eleştirmek dahil olmak üzere tartmadan konuşması ve dış dünyaya kendisiyle barışık imajı çizmesini sağlamakta kullandığı bir yöntemdir. Aslında eleştirel olarak yaklaştığı durumların çoğuna hissettiği eksiklik ve kabullenilmezliği örtmek ve ‘benim böyle dertlerim yok, beni buradan vuramazsınız’ diyerek hedef şaşırttığı bir kendini koruma biçimidir. Dilinin söylediği dış dünyaya eğlenceli kahkahalar artırırken, iç dünyası söylediğinin aslında hiç de komik olmadığını bilir. Bu durum, toplum içerisinde yaşayan insan ırkının sosyal bir canlı olması nedeni ile iletişimsel olarak kendi varlığını ortaya koyma, kabul edilme ve görülme biçimlerinden biridir. 

Kişi kendi içerisinde derin bir mutsuzluk ve değersizlikle kaplıdır. Üstben (süperego) insanın toplum kuralları, ortak değerler ve dışa uyum sağlamasına yönelik çalışan bir mekanizmadır. Altben (id) ise; kişinin iç dünyasındaki tutku, kendini ortaya koymak ihtiyacı ve arzularını yaşamak isteyen diğer mekanizmadır. Altben kendi isteklerini yerine getirme ve zevk, doyum gibi yaşantılara erişebilmek için Üstben’in, yani toplum kavramlarının izin vermesini beklemek zorundadır. Üstben, dış dünyaya olan tavır ve tutumlarımızı belirlerken, ortama ayak uydurma ve dışlanmama gibi kaygılarla Altben’i isteklerini yerine getirmekten alıkoyar. Kendisini bastırılmış ve susturulmuş hisseden Altben, dönem dönem öfkelenerek Üstben’e isyan eder ve kendisi olmasına izin vermediği, tatmin isteğini engellediği için Üstben’le kavgaya tutuşur. Bunun sonucu kişi, sürekli kendisini eleştirdiği, kendisine eziyet ettiği, kırıp döktüğü, kabuk bağlamamış yaralarını kanattığı, hırsla kendisini yerden yere vurup aşağıladığı ve öfkesini acımasızca ‘senin yüzünden’ diye kendine yönelttiği bir iç savaşın içinde kalır. Hani bazen duygusal bir acı yaşar ve bunu mantığa bürümeye çalışırken içimizde yanardağ patlaması gibi bir ağrı ve ateş hissederiz ya, işte bu acının sebebi tam olarak kendi içimizdeki savaşın başlamasıyla oluşuyor. Kendimize başkasının verdiğinden daha fazla zarar verip, daha çok eleştirip, bunları hak ettiğimize korkunç bir şekilde inanıyor ve muhtemelen bu kadar acıtmayacak ve çözüm sağlanacak bir durumu bu savaşla çıkmaza sokuyoruz.

Ve tabi yapımızda bu kavgayı ayıracak ve orta yolu bulacak, mantıklı olanı seçecek bir hakemimiz de bulunur: Ego. Ego, Altben’in küskün ve kırılmış olarak kalmasına ya da Üstben’in acımasız diktatörlüğüne müsade etmek yerine uyumlu olmaları için ne yapabileceğini analiz eder. Lakin Altben, yeterli olmadığı ve sürekli başka insanların kendisinden daha iyi olduğunu düşünen küskün ve incinmiş bir çocukken; Üstben ile hareket etmenin daha doğru olduğuna karar verir. Bu durum kişinin, daima dış dünyanın gözünde iyi, uyumlu, sempatik, iletişime açık ve anlayışlı davrandığı görüntüsü sağlasa da, Altben için için kendini kendisine bile kabul ettirememiş, sindirilmiş, görmezden gelinerek bastırılmış olmanın üzüntüsünde boğulur. Ego zaman zaman Altben’in gelişimi için onu ikna etmeye çalışsa bile, Altben artık hiçbir şeye layık olmadığına, kendisini korumakla yükümlü olan kendinin bile zarar verdiğine, dışlandığına ve başka herkesin kendinden daha iyi olabileceğine inanmıştır bile. Sonuçta açığa çıkan kimlik, yalnızca dış dünyayla var olabilen ve kendi içinde yaralı olduğu için o yaraya dokunamayan, kusur olarak gördüğü duygularını içerde saklayan ve dizginlemeye çalışan birine dönüşür. Altben’in bu kavgadan hasar alarak köşeye sinmesi ile sistem uyumsuz bir uyum ile çalışmaya başlar ve böylelikle iç dünya ile bağlantı sekteye uğrar…

İnsan familyası, içinde bulunduğu şartlara adapte olma konusunda kendini geliştirmiş ve kolay uyum sağlayabilen bir türdür. Kişi, kendi içindeki savaştan çekilen Altben’in yokluğuna bir süre sonra alışır ve normal olarak adlandırdığı haliyle yaşamını sürdürmeye devam eder. Fakat bir şeyler sürekli eksik gibidir, bu eksikliğin ne olduğunu anlamlandıramaz ve koca bir boşluk hissetmeye başlar. Zaman zaman hayatı sorguladığı, neden varım dediği, amacının ne olduğunu anlamaya çalıştığı, hatta ölmek istediği çeşitli evreler arasında dolaşır durur. Kitap okuyarak, film izleyerek, sosyal etkinlik ya da tatil yaparak içindeki donukluğu giderebileceğini ve harekete geçirebileceğini düşünür. Deneyebileceği tüm yolları dener, kendini sınar, bu derin boşluk ve aidiyetsizlik hislerinden arınmaya ve bir çıkış yolu bulmaya çalışır. Lakin aradığı şeyin dış dünyada değil, iç dünyasında olduğunu anlamaz, anlasa bile küskün ve yaralı bıraktığı Altben’i derin uykusundan uyandırıp, tedavi etmenin ne denli zor olduğundan korkar. Çünkü Altben’i uyandırmak demek, zar zor durdurduğu kavganın, kin ve hınç dolu bir savaşa dönmesi ve katilinin geri dönmesine müsade etmek demektir. Peki ya sizi dış dünyadaki tüm tehlike, saldırı ve savaşlardan koruyan Altben, küstürmenize rağmen ağır aksak ve gönülsüz de olsa işini yaparken, aşık olursanız ne olur?

Her insanın algı ve tanım biçimi kendisine hastır. Dünyanın en güzel kadını ya da en yakışıklı erkeği dediğiniz kişi, bir başkasının gözünde vasat olabilir ya da kayda değer görünmeyebilir. Bu durum her bireyin zevkleri, tercihleri, seçimleri, seçilimleri ve isteklerinin farklı olduğunu, kimsenin birbiriyle aynı olmadığını ve bu aynı olmayışlığın yalnızca tipoloji olarak değil, düşünsel olarak da mevcut olduğunu göstermek için örnek olarak kullanılabilir. Aşk, hormonların yükselmesiyle birlikte oluşan komplike kimyasal bir durumdur. Nefes alışınızdan, ellerinizin terlemesine, kalp atışınızdan göz bebeklerinizin büyümesine varana kadar bir çok farklı semptom görülmesini sağlar. Aşık olduğunuzda ‘dopamin’ adı verilen mutluluk hormonu salınımı başlar ve bu salınım aynı zamanda iki kişi arasındaki bağı oluşturmak için de çalışır. Bağ kurulumu ‘oksitosin’ oluşumunu tetikleyerek dokunma, temas etme isteği açığa çıkarır. İçimize sinen bu dayanılmaz tene; dokundukça dokunmak, sahip olmak, bize ait olduğunu bilmek bu hormonları daha da artırır. Akabinde göğüs kafesimizin içine sokmak, bir an bile yanımızdan ayrılmasına tahammül edemediğimiz, nefes gibi solumak istediğimiz kişinin bir çift koca gözüne duyduğumuz heyecanı salgılayan ‘adrenalin’le tanışırız. Müthiş bir keyif, doyumsuz bir haz almaya başladığımız bu gözlere her baktığımızda ‘noradranalin’ salgılarız ve bizim de gözlerimizin içi parlar. Kişi, içine yerleşmiş olan derin boşluğun akıl almaz derecede aşkla dolduğunu, coşkunun, yaşam hevesinin, hayattan zevk almanın bile geri döndüğünü fark ederek, daha umutlu olduğu bir ruh haline girer. Bu duygulara ve yaşadığını anlamaya duyduğu derin özlemle ‘Neden bu kadar geç kaldın?’ diye hem mutlu hem buruk hisseder. Ama öyle ya, bu güzelim mutluluğun içinde karamsarlığa boğulmanın, neden daha önce gelmedi diye dövünmenin alemi yoktu, aşkı bulunca yaşamak ve onunla bir olmak gerekirdi.

Nitekim aşkla gelen kusursuzluk, yaşamın her noktasına dokunmaya, en çok sıkıldığımız şeyden bile şikayet etmememizi, küçük bir çocuk gibi şımarmamızı, sevmenin verdiği coşku ve neşeye kapılmamızı, kendimizi önemli, kıymetli ve değerli hissetmemizi sağlar. Rüyalarımıza bile sirayet etmeye, siyah bir boya kutusunun içine çözelti atılmışçasına içimizdeki karanlığın renginin açılmasına ve kara bulutların dağılıp güneşin doğmasına yol açar. Aşk, sen ne güzel şeysin… Tüm bunlar insanın varlığının, yaşadığının ispatıdır. Elbet hayat bir çok sorunla gelecek ve bu sorunlar belki hiç bitmeyecek, sonuçta aşkın varlığından daha önemli ne olabilirdi? Kırk yılda, bin yolda bir bulunan, eşsiz ve kıymetine paha biçilemeyen bu kudret, içimize işleyen sonsuz ve her şeyi yapabileceğimize inandığımız bu sarsılmaz güç, başka neyle sağlanabilirdi? Birbirini övmeye, her anı paylaşmaya, yaşantıya dokunan sihirli bir el gibi her şeyin değişmesine ve güzelleşmesine müsade etmemek için nasıl bir sebep olabilirdi? Bulduğunda sahip çıkmak ve ait kalmaya sadakat göstermek dışında ne yapılabilirdi? Asla gitmesini istemeyeceğimiz bu muvaffakiyet, tenimizi bile güzelleştirip ışıl ışıl parlatırken, bizden gitmesine müsade etmek için ne tür bir aptal olabilirdik ki? Gitmesin, kalsın diye elimizden geleni yapmak, tutup bırakmamak, daha fazla aşk ve bağlılık kurmayı istemek dışında ne gayemiz olabilirdi? Gitmeyecekti, burada, daima göğsünde, kollarında, boynunun altında kalacak, asla ihanet etmeyecek ve bağlı kalmak için elinden geleni yapacaktı…  Ama ya giderse?

Aşık olduğumuzda tüm kıymetli ve üstün hediyelerin en güzeline nail oluruz. Biz yaşamanın ne olduğunu daha öncesinde tatmamış, tanımamış ve bilmiyoruzdur, bir nefes, sebep, amaç katmıştır ve bu amaca hizmet etmek ne büyük gurur, onur ve şereftir. Ancak aşık olduğumuzda bizi göklere çıkaran ve tüm kimliğimizle teslim olduğumuz halde bizi anlamsızca dürten, kuşku ve şüphe uyanmasına, korkmamıza sebep olan bir şey daha olur. Tıpkı kaygı ya da anksiyete bozukluğu adı verilen obsesif kompülsif bozukluklarda görüldüğü gibi ‘seratonin’ seviyesi %40 düşer ve bu durum saplantı, kaybetme korkusu, kaygı gibi durumları açığa çıkartır. Bir zamanlar küsmüş ve kendini gerçekleştirmek istediği için çıkardığı isyanı bastırdığımız bir Altben vardı hatırlar mısınız? Duygularımızı, isteklerimizi, arzu ve tutkularımızı açığa çıkarmak isteyen ama hiç ilgilenmediğimiz için pes eden, hani şu eksik ve kusurlu gördüğümüz için ortaya çıkmasını yasakladığımız, dövüp, sövüp hasarlı bıraktığımız Altben… 

Sustuğunda sorun olmamasına rağmen, en ufak bir hamleyle tetiklenebilecek hassasiyette olan Altben, kendi içindeki değersiz olma halini ‘ben buna layık değilim, beni neden sevsin, gidecek, istemeyecek beni, nasıl biri olduğumu anladığında terk edecek, başkaları benden daha iyi, daha iyisini bulunca beni bırakacak, yetmeyeceğim ona, kaçacak benden’ diye söylenerek ağlamaya ve mahallenin dedikoducu teyzesi gibi fitne fesatlık yapmaya başlar. Bir an devreye giren hakemimiz Ego, kendi kendine yatıştırma yöntemini denese de bu durum kısa sürecek ve tekrarlara, hatta gittikçe artan halde devam etmeye, kaygı seyrine ve korkuya dönmeye başlayacaktır. Aşık olduğu kişiyi gökyüzünün çatısına oturtan Altben, ona ulaşamayacak kadar aşağıda olduğunu, bu kusursuzluğa erişemeyeceğini, aşkına ulaşmanın bir yolu olmadığını, ona ulaşacak kadar yeterli olmadığını, değer verilmeyeceğini ve sonunda eşit seviyede olmadıkları için kendisinden vazgeçileceğini düşünür durur. Oysa iki aşık denkti, bu denkliği bozup aşkını gökyüzüne oturtan kendisi değil miydi? 

Kaybetme korkuları, aldatılma, kandırılma ve ihanete uğrama sanrıları arttıkça artar ve Altben ayaklarını uzatıp arkasına yaslanarak tadını çıkarması gereken anda, lavlar halinde yakıcı hale bürünerek hızla yayılır ve her yeri kaplamaya başlar. Altben bu kaybetme korkusunun gereksiz olduğuna, kendisine duyulan derin aşkın gerçek olduğuna, aşkının onu sevmeyi canı gönülden istediğine, aralarındaki bağdan mutlu olduğuna, aşkının kendisine ait olmaktan memnuniyet, şeref, onur duyduğuna, egosunun yalnızca onu memnun etmek için çalıştığına, gitmek istenmediğine, yanında kalmak, yarasına zarar vermekten kaçınıp iyileşmesi için elinden tutup yardım edeceğine, kendisiyle olmaktan başka bir gayesi olmadığına, kendisini sevgiye ve aşkının küçük kollarına bırakmasının, kabullenip aşka teslim olmasının yeterli olduğuna türlü ikna olmaz. Oysa ağrıyan midesini sakinleştirip kollarında uyutan, öperek, sarılarak seven, küçük kaşığı olmaktan memnun olduğu, o varken kendisine bir şey olmazmış gibi hissettiği aşkı o değil miydi?

Altben kusursuz gördüğü aşkı kadar kusursuz olmadığını düşünür ve teslim olmaktan dehşet verici boyutta korkulu sancılar duyar. Teslim olursam daha çok canım yanar, ölür mahvolurum, ortaya çıkmama izin verilmemişti, eğer kaybedersem tamamen gözden düşerim diye düşünür ve bu düşünceler sürekli alevli bir hastalık gibi körüklenir, yalnızca ruhun can çekişmesine değil, bedenin de ağrılar içinde kıvranıp acı çekmesine neden olur. Altben artık ‘ben körüm’ demektedir. Hadi buyur… Ego, Altben’in bu düşünceleri aşması için yardım etmeyi denese de Altben’in ‘ben böyleyim’ diye savunduğu kırgın kabullenilmişlik, gurura, hayat memat meselesine, öfkeye dönüşür ve kaybetmenin kendi varlığına karşı bir tehdit olduğunu düşünerek saldırıya geçer. Ve aşk her yere sirayet ederken, Altben bütün kontrolü devralarak yönetime darbe gerçekleştirir. Korkularını yenmek, sakin kalıp gözlemlemek, gerçekten bir tehlike var mı diye bakmak ve baş etmek yerine bir takım yöntemler geliştirir, kaygılarının azalmasını yerine getirilecek şartlara bağlar; tabi bunlar yapılırsa yine sevildiğine ikna olmayacaktır ama yapılmazsa sevilmediği hükmünü derhal vermesini kolaylaştıracaktır. Bir çok sınama ve teste tabi tuttuğu aşk kaldırabileceğinden çok daha güçlü hislerle gelir, istediğini yapmasını dilerken bir yandan da için için yapmamasını ister. Çünkü kırılacağına olan sonsuz güveni, kendisinin hiçbir şeye değmediğini daha kolay ikna olacak, istediğini yaparsa beni kandırmak için yapıyor, bu yeterli değil başka bir sınav yapalım diyecektir. Her şey ve herkesi tehdit olarak görmeye başlar, her hemcinsine elinden alacak potansiyel kişilermiş gibi davranmasına yol açar. Bastırılmış kimlikler açığa çıktığında kontrol edilmesi zor, güçlü bir çeşit zehirlenme meydana gelir. Kişi bu tür bir duyguları kontrol etmeyi daha önce deneyimlememiş olmanın tecrübesizliği ile karar mekanizmasına hükmedemez, mantıklı düşünemez, her yanı yüksek duvarlarla örülü bir odada sıkışmış gibi klostrofobik hissederken, şimdiye dek bastırılmış olmanın da intikamını almak isteyerek, kendisini görmezden gelen, bir türlü sesini duymayan Üstben ve Ego’yu devre dışı bırakır.

Altben kaybetme korkusunu sadece çevreye değil, aşkına da yansıtmaya başlar ve onu kontrol edebilirse gitmesini önleyeceğine inanır. Kontrol edilemeyen gücün bizzat kendisi halini alan Altben, aslında ikna olmak ya da yatıştırılmak değil, hala yaralı olduğu için iyileşmek istediğini, bu saldırgan ve hatalı davranışların bu nedenle ortaya çıktığını söyleyemez çünkü daha önce dinlenmemiş, örselenmiş, önemsenmemiş, kıymetsizleştirilmiş ve daima itilmiş olandır, varlığını ancak böyle sürdürmesinin mümkün olabildiğini düşünür. Lakin dışarıdan korumaya, sakınmaya çalıştığı aşkını, içeride ne kadar sıkıştırdığını gözardı eder ve yanında olduğundan emin olduğu sürece buna odaklanmayı bile aklına getirmez, panik ve stres altında yanlış anlamaya müsait haldedir, adeta gözü dönmüştür ve tek sakinleştiricisi aşkıdır. Yine de hiçbir yolla ya da hiçbir şekilde gitmeyeceğine ikna olamadığı için aşkıyla çatışmaya ve onu potansiyel can yakıcı unsur ve zararın kendisi olarak görmeye başlar. Bu Altben’in kendisini korumaya çalıştığı yanlış bir savunma mekanizması davranışıdır. Altben gökyüzünün çatısına oturttuğu aşkını artık boğazından çatıya asmış ve can çekiştiğini bile göremeyecek haldedir…

Her şeyden önce Altben dediğimiz şeyin içimizde bizden ilgi bekleyen ve ağlayan kendi çocukluğumuz olduğunu bilerek yaklaşmak gerekir. Travma yalnızca yaşadığımız kötü deneyimler değil, aynı zamanda yaşamak isteyip yaşayamadığımız beklentileri de içerir. Potansiyelimizi gerçekleştirememek, dinlenilmemek, gözlerimizin içine bakılmaması bile bizi değersiz ve layık görmemeye itebilir. İnsan kusur aradığı sürece bulabileceği bir çok şey varken, meselenin özü kusur bulmak değil, kusurları ile kabul etmekte yatar. Kendimizi kendi kusurlarımızla kabul etmek, kendimize yaptıklarımız için affetmek ve içimizde uhde kalan yaraları sarmak için neyi bekliyoruz? Her bireyin kendisinden şikayetçi olduğu bir şeyleri mutlaka var, mükemmellik yargısı da bir çok durum gibi kişinin kendi algısıyla ilişkilidir ve acı ama gerçek olan şu ki: mükemmel diye bir şey yoktur. Kendinizle ne alıp veremediğiniz var hiç sordunuz mu? Neden bu kadar öfke duyuyor, bu öfkeden besleniyor ve iyi bir şeyi kendinize layık göremiyorsunuz? Sizi diğer insanlardan kusurlu ve eksik yapan şeyin ne olduğunu düşünüyorsunuz? İnsan fiziksel olarak kendisini beğenmiyorsa spor yaparak değiştirebilir, kilosundan şikayetçiyse doğru beslenmeyle düzeltebilir, yeterli bilgisinin olmadığını düşündüğü konuda araştırma yaparak öğrenebilir, hastaysa doktora gidip tedavi olabilir, peki siz küstürdüğünüz Altben’in gönlünü almak için ne yapıyorsunuz? Destek almak, yardım istemek, çözüm aramak ve bu çözüm için birine ihtiyaç duymaktan neden utanıyoruz? Biz ömrü daha ne kadar vefa edeceği belli olmayan insanlar, bütün mutluluğu ve koca bir hayatı neden gururumuza yenik yaşamayı seçiyoruz? Kendimize dürüst olup kabul etmediğimiz hiçbir şeyi aşmamızın yolu yoktur, değişim kabullenmeyle başlar, kaybetmek inkar ederek. İlişkiler iki kişinin aynı takımda yer alması, aynı hedefe gitmesi ve aynı amaca hizmet etmesidir, peki siz neden aşkınızı düşman olarak görüyor ve rakip haline getiriyorsunuz? Oysa biz 1+1’dik, neden 1-1 olması için mücadele ediyoruz? Kendi gururumuza yenik düşmenin tekrar iç savaşa döneceğini ve daha fazla suçluluk, öfke ve değersizlik vereceğini biliyor musunuz? Bu bir savaşsa, kimsenin kazanmayacağını anlayabiliyor musunuz? Aslolan inkar etmek, reddetmek ya da savaşmak değil, kabul etmektir. Kabul etmek sandığınız gibi zayıflık ve acziyet değil, aksine erdemli bir davranış sergilemektedir. Erdem ise gücün, güçlü olmanın ta kendisidir. Çünkü kendisini iyileştirip, kendisiyle barışmayı başarabilen insanı yıkmak ve karşı koymak imkansızdır. Eğer gururunuza yeniliyorsanız, kaybetmekten başka seçiminiz yok demektir.

Ümitsizliğe kapılmayın, zira her şeyi atlatmanın ve değişime adım atmanın aşkta ‘oksitosin’le bir yolu daha var: sarılmak. Hayatı nereden yakalarsanız oradan başlar, hiçbir şey kaybetmediniz; ne kendinizi, ne de aşkı. Kalkın ve sarılmak üzere harekete geçin.

https://music.youtube.com/watch?v=5Y0Mw6oOYrg&si=PBFPBe-T2hDsAITz

Lilith.


19 Haziran 2024 Çarşamba

Korkuzade ft. Lilfobi

Fiziksel, duygusal veya psikolojik, gerçek ya da hayali zarar tehdidiyle ortaya çıkan, geleneksel olarak ‘olumsuz’ nitelendirilen, potansiyel tehlikeyle başa çıkmak üzere bizi harekete geçirdiği için aslında güvende olmamız konusunda önemli rol oynayan, hem doğal bir duygu hem de hayatta kalma mekanizması olan ve evrensel olarak dünyada herkesin yaşadığı yedi temel duygudan biri olarak kabul gören unsur: Korku.

Tehlikeyi algıladığımızda ilkel beyin, anında tepki vererek sinir sistemini harekete geçiren elektrik sinyalleri gönderir. Bu daha hızlı kalp atışı, hızlı nefes alma ve kan basıncında artış gibi fiziksel tepkilere sebep olur. Kan; kaçmak ya da savaşmak için vücudu fiziksel harekete hazırlamak üzere kaslara pompalanır, deri ise vücudu serin tutmak için terler. Bazı insanlar midede, kafada, göğüste, bacaklar veya ellerde değişimler hissedebilir ve bu fiziksel duyumlar hafif ya da şiddetli görülebilir. Vücut, beyin yön kararını verene dek savaş-kaç arasında kalır. Bazen korku, aslında ortada herhangi tehlikeli bir durum olmasa bile, şaşırtıcı veya beklenmedik bir şekilde tetiklenebilir. Bunun nedeni korku tepkimesinin derhal etkinleşmesidir. Beyin, korkmaya gerektirecek bir şey olmadığını anlayacak yeterli bilgiyi alır almaz korku tepkimesini kapatır ve bunlar saniyeler içinde gerçekleşebilir.

Belirli bir durumla ilgili korkunç bir deneyim yaşandığında; Amigdala adı verilen beynin küçük yapısı, güçlü duyguları tetikleyen deneyimlerin kaydını tutar. Bir şey ya da bir durum güçlü korkuyu tetiklediğinde Amigdala, o şey ya da durumla her karşılaştığında korku tepkisini tetikleyerek kişiyi uyarır. Kişinin belirli nesneler ya da durumlar karşısında kapıldığı baskılı, kaygılı, olağan olmayan, hastalık derecesindeki güçlü korku: Fobi.

Bazı insanlar, doğdukları kişilik özellikleri, miras aldıkları belirli genler veya deneyimledikleri durumlar neticesinde bazı konularda hassasiyet geliştirerek, kendisini bu duruma karşı bilinçdışı olarak koruma eğiliminde olabilir. Korku, kişinin hayatta kalma mekanizmasının bir parçası olarak doğal bir tepkimedir ve hem gerçek tehditlerden, hem de hayali tehditlerden kaynaklanabilir. Ancak; korku kısa süreli ve baş edilebilir olduğunda yararlı ve olağan sayılırken, fobilerde durum doğal ve olağan davranışlara engel olur ve kontrol dışı mekanizmalar haline gelir. Korku esnasında Amigdala acil durum alarmına basıp kişiyi tehlike için uyanık ve dikkatli halde tutar ve tehlike sona erdiğinde alarm da kapanır. Fobilerde ise alarm daima açık haldedir ve bir anlık yatışma söz konusu olsa dahi Amigdala tehlikenin geçtiğini kabul etmez. Bu arızalı alarm, kişinin iç dünyasında bitmek tükenmek bilmeyen bir vesvesenin hakim olmasına, her an tehlike ve saldırı altında olduğuna dair tetikte kalmasına yol açar. Her an tetikte olan kişi, beklediği saldırı ya da tehlikeyle karşılaşamadıkça daha fazla tetiklenir, kendisini yatıştırabilmesi için hazır olduğu ve tahmin ettiği yerden vurulacağına inanır ve karşılığında hiçbir hareket görmedikçe yatışmak yerine daha fazla düşünür, senaryolar üretir. Neticede korku fobiye, fobi panik atağa, panik atak anksiyeteye, anksiyete de depresyona dönüşerek, kişinin bütün kontrolünü ele geçirir. 

Fobiler, günlük hayatta kişinin bir huyu, mizacı olarak algılanması nedeni ile dikkate alınmaz ve üzerinde durmaya pek gerek görülmez. Hayat kalitesini, kendine güveni son derece etkileyerek sistemin işleyişine zarar verdiği ve akan hayata odaklanmayı önlediği fark edilemez. Hepimizin aşina olduğu kapalı alan, açık alan ve örümcek fobilerinin dışında, fobilerin absürt noktalara kadar giden bir çok çeşidi vardır. Örneğin; Geletofobi, insanların kendisine gülmesine ve alay etmesine karşı geliştirilen aşırı korkudur. Atelofobi, kusursuz olmama korkusu, Cherofobi, mutlu olma korkusu, Pistantrofobi, güvenme korkusu iken, Tetrafobi, 4 rakamına karşı geliştirilen korkudur.

Gelişen ve açığa çıkan bir çok fobinin temelinde, kişinin geçmiş yaşantısında başına gelenlerden yaptığı çıkarımlar, hayal kırıklıkları, yıkımlar, karma inancı, (bkz. What goes around comes around) ihanet, duygusal zararlar, değersiz hissetme, önemsizleştirilme ve çocukluk temelinde öğrenimler yer alır. Örneğin: ebeveynleriniz çocuk sahibi olmak için yıllarca hayal kırıklığı yaşamış, belki bir kaç bebek kaybından sonra siz dünyaya gelmişsinizdir. Bunun neticesinde siz en kıymetli tek varlık olarak üzerinize titrenerek büyütülürsünüz fakat; size duyulan kaybetme korkusu, sizden mahrum kalma, sizsiz kalma, terk edilme ve tüm değerleri olan sizin, bir gün olmayacağınız düşüncelerinin duygu aktarımlarını da öğrenirsiniz. Evet duygular fiziksel materyaller değildir, görülemez, dokunulamazlar ama öğrenilebilir ve aktarılabilirler. Asla bir bebeklerinin olmayacağını düşünen ebeveynlerin kendilerini eksik, mahçup ve kusurlu hissetmesi, belki düşük yapılan bir hamilelikle annenin sorumsuz ve suçlu görülmesi, bebeğini düşürmenin hayal kırıklığı, işe yaramaz hissetmesi, işlevsiz ve kendini hiçbir şeye layık görmemesi, sahip çıkamadığı için yaşadığı suçluluk, toplum içinde hor görülme korkusu, başarısız olmak ve toplumun doğurma görevini yerine getiremediği için aşağılık kompleksine giren bir anneniz olabilir. birlikteliğin sürdürülmesini yalnızca bebeğe bağlayan ailelerde şartlı sevgi açığa çıkar, kişi toplumun biçtiği biyolojik görevi yerine getirememekten utanç duyar ve kendisini eksik görür. İşe yaramaz ve değersiz kimliğe bürünerek iç yıkım yaşar, bebeği olmayan baba ise; evlat sahibi olamamanın eksikliği ve zedelenen gururu ile iletişim kopukluğu yaşarken, iki kişi arasındaki bağ gittikçe zayıflar. Birbirini severek aile kurmak isteyen iki kişi, birden üçüncü kişinin olmayışının zorluklarıyla kendi iç dünyalarında kendilerini yerden yere vurarak değersizleştirir, çoğunlukla bu durumu birbirlerine yansıtmasalar da, siz bunların farkında bile olmadan size aktarılır ve siz bile buna ihtimal vermeyebilirsiniz.

Frontal Lob, Frontal Korteks ya da Lobus Frontalis olarak adlandırılan beynin ön kısmı; akıl yürütme, problem çözme, karar verme, plan yapma, davranış düzenleme, dikkati yönlendirme, duyguları kontrol etme ve motor becerileri yöneten kısımdır. Ergenlik dönemine kadar beynin ön lobu hariç geri kalan tüm kısımları (Amigdala dahil) oluşumunu tamamlar ve ergenlik dönemi bitene dek ön lob oluşumu tamamlanmaz. Bu dönem akıl ve mantığın devre dışı ve henüz kullanıma hazır olmaması nedeni ile kişiler bilinçli davranışlar sergileyemez ve içsel anlamlandırma sorunları yaşarlar. Ergenliğin zorlu olmasının nedeni de beynin gelişimini henüz tamamlanmamasından kaynaklıdır. Anksiyete çoğunlukla ergenlik döneminde baş gösterir ve tam olarak ergenliğin anlam verilemeyen davranışlar dönemi olması nedeni ile dikkate alınmaz. Bu dönemde analiz edilemeyen davranışlar, dönem bittiğinde artık kalıcı hale gelir ve 20’li yaşlar itibari ile kişi tamamlanmış olan beynin kayıt altına aldığı davranış, tutum ve mekanizmalarla yaşamını sürdürmeye başlar ve ne yazık ki çoğunlukla bunu fark edemez…

Karar verdiği bir çok noktada bilinçaltının seçimleri ile yaşar, oturmasından kalkmasına, çay içmesinden omuzlarının duruşuna kadar tüm davranışları birinin eseri ya da kopyasıdır. Çoğunlukla kendimize mentor olarak seçtiğimiz, onun gibi olmak istiyorum diye özendiğimiz, sevgisini pek göstermeyen ve o sevgiyi göstersin diye binbir çaba içine girdiğimiz kişinin davranışlarını aynalar ve kendimize monte ederiz. Mantık davranışlarımız mentora, duygusal davranışlarımız genelde taşıyıcımıza benzer. Çocuk genel manada mentorün kendisini takdir etmesini, sahiplenmesini, sevmesini, önemsemesini, görmesini ve değer vermesini bekler. İçten içe onun takdirini almadığı her şey için kendini suçlar, eksik, faydasız ve kırgın kimliğe bürünür. Ne yapsa yaranamadığını, sevilmediğini, layık olmadığını, kimsenin kendisine değer vermeyeceğini kanıksar. Öyle ya mentorünün sevmediği birini başkası neden sevecekti ki? Mentorü bile kabul etmezken, kendi kendini nasıl kabul edecekti? Nitekim görmezden gelme ve kaygılı duygular eşliğinde yetişkinliğe erişen çocuğumuz, bir gün terk edileceği, sevginin sahteliği, kandırılma korkusu, kendi kendini sevememesi, buna bağlı olarak da dış dünyada kabul göremeyeceğini düşünmesi, kendi kendini ezmesi ve olumsuz tek bir cümle ile bütün hayatını soyutlayarak görülmez hale gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Birbirine bağlı bir zincir gibi her yaşadığını üstüne ekleyerek yeni korkularla hayatını sürdürmeye ve bilinçaltındaki kişiyi aramaya devam edecektir.

Kendisine duyduğu güvensizlik dış dünyaya yansımak zorundadır. Kırılgan ve anlaşılmamış kişiliği için için duyulmak üzere ağlasa da, çocuğumuz bunu örtmek ve normal davranmak için ekstra çaba harcayacaktır. Kendine güvensizliği başkasına şüphe ile bakmaya, kendi tecrübeleri başkalarının da yapabileceğini düşünmeye, kesinliğinden ikna olmaya, kaygı duymaya, korkulara ve bu korkular kontrol altında tutma isteğine dönecektir. Telefon görüşmelerinden mesajlara, internet aramalarından sosyal medyaya, sosyal hayatta kiminle konuştuğundan konumuna kadar her şeye müdehale etmek isteyecektir çünkü kontrol etmek, korkunun temeline inip yüzleşmekten daha kolay gelir. Kontrol etme isteğinin yalnızca sorunun üzerini örtmek olduğunu görmek istemez, şunlar şunlar olursa içim rahat eder diye düşünür ancak fobilerin bu şekilde çalışmadığından habersizdir. 

Anksiyete ya da psikolojik problemlerin çözümüne bakıldığında Marsha Linehan bize 4 seçeneği işaret eder: Bırakmak, değiştirmek, kabul etmek veya sefil olmak. Sefil olmayı isteyenler buradan derhal ayrılırsa sevinirim. Elbette seçimlerinize saygım var lakin, farkında olmamak için direnç gösterecek zekaya sahip insanlarla muhatap olmak istememek de benim seçimim, lütfen siz de buna saygı duyun. Diğer seçeneklere bakacak olursak, üç seçeneğin bir seçeneğe çıktığını görebiliriz: Kabul etmek. Kabul etmek: bir durumu, olayı, kişiyi veya kendimizi olduğumuz gibi kabul etmektir. İçsel düşüncelerinizin ve duygularınızın, onları dışlamadan, utanmadan, görmezden gelmeye çalışmadan olduğu gibi kabul etmektir. Her ne olduysa, kim yaptıysa, başımıza o ya da bu şekilde, kendimizden ya da başkasından ne geldiyse olduğu gibi kabul etmek ve affetmek. Affetmek, sandığınız gibi hiçbir şey olmamışçasına, üzülmemiş, gücenmemiş, yaralanmamış gibi davranmak değil, aksine artık geçmişte olanları değiştirmek için elinizden gelmeyen şeyler için kendinizi yıpratmamak ve ne olduysa oldu ne yapalım demenin başka bir şeklidir ve affetmek dünyanın en hafifletici duygusudur. Affetmek kendinizi özgür kılmanın en medeni yolu ve kendinizle barışın kapısının açılmasıdır. 

İnsan kendisi fark etmedikçe hiçbir şeyi değiştiremez. Öncelikle kendinizi her nasılsanız kabul etmek ve akabinde kendinizde sevmediğiniz ya da başkalarını rahatsız etmesinden rahatsızlık duyduğunuz şeyleri bırakma yolunda ilerleyebilirsiniz. Unutmayın, dün için yapacak bir şey yok ama yarın için hala kendimizin en iyi haline erişimenin yolları açık. Kimsenin, kendiniz de dahil mükemmel olmadığını, hata yapmanın doğal bir insan davranışı olduğunu, insanların başına her şeyin gelebileceğini ve isterseniz her şeyin mümkün olduğunu kabul edin. Tepki gösterdiğiniz durumların kendi iç dünyanızda neler oluşturduğunu ve isteklerinizin altında yatan sebepleri konuşmaktan çekinmeyin. Nasıl olsa insanlar sizi o ya da bu şekilde yaftalayacaklar, başkalarının davranışlarını kontrol altında tutmak yerine kendinize güvenin. Acaba bunu dersem ne olur, arasam ne yapar, yazsam ne çıkar, kızsam ne der diye düşünmek yerine eyleme geçin. Eyleme dönüşmeyen hiçbir şeyin kıymeti yoktur ve kendinize şunu sorun: Deneyerek en fazla ne kaybedersiniz? 

Gideyim de Devlet Bahçeli’nin çay içtiği gibi kahve içerek müzik dinleyeyim.

Lilith.




    18 Haziran 2024 Salı

    Dönüşüm


    Bir kişinin başka birinin inandığı doğruları, istek ve arzularını, davranış şekillerini kendi istek ve düşünceleri çerçevesinde yönlendirme, değiştirmeye çalışma, yalan söyleme, kandırma ve kendi çıkarları için insanları kullanmanın gizli yolu: Manipülasyon. Duygusal şantaj yaparak, hakaret ederek, öfkeli beden dili kullanarak, söylenilenlerin anlamını kendi çıkarları doğrultusunda çarpıtarak değiştirmeye çalışan, kasti olarak müdahale eden, üzerinizde güç sağlayan ve sizi suçluluk duygusu ile dolduran kişi: Manipülatör.

    İnsanlar alemi olarak üç aşağı beş yukarı değişen sayılarda denk geldiğimiz bu insanlar kişiye oldukça büyük zararlar verebilir. Mağdur kişi kendi zekasını, mantığını, duygu, davranış ve iradesini sorgular hale gelir ve durum yavaş yavaş patolojik bir hal almaya başlar. Aslında kişinin duygu ve düşünceleri üzerindeki kontrol yetisini kaybetmesi, gerçeklik algısını yitirmesi, kendi duygu ve düşüncelerine inancını sorgulaması travma olarak kabul edilir ve kişinin manipülasyona maruz kaldığını anlaması bazen yıllar boyu sürebilirken bazen hiç fark etmeyebilir. Zihinsel ve duygusal çarpıtma yoluyla güç, kontrol, fayda ve imtiyaz sağlama amacıyla sergilenen bu davranış ve tutumlar, kişiyi etkisi altına alarak, duygusal açıdan kişinin ciddi anlamda kısıtlanmış hissetmesine neden olabilir. İlişkilerde güven kaybı, mutsuzluk gibi önemli sorunları beraberinde getiren manipülasyon, hayatı olumsuz etkiler. Duygusal manipülasyonun kasıtlı bir davranış ve tutum olduğu düşünülmemelidir, zira bu bir iletişim sorunu olarak görülür. Ancak; manipülatörün kişilik yapısının benmerkezci olması bu süreci ortaya çıkaran temel nedendir. Çözüm istiyor gibi görünmesine rağmen, aslında karşısındaki kişinin kendini kabullenmesini amaçlar…

    Manipülatör, ısrarla kendi isteklerinden bahseder ve bunu yaparken karşısındakinin ihtiyaçlarını hesaba katmaz. Karşısındaki kişi kendi isteklerini ifade etmeye çalıştığında da bunları geçiştirerek, değersizleştirerek, dalga geçerek ya da suçlayarak görmezden gelir. Çoğunlukla karşısındaki kişiye durumu değerlendirmek ve ölçmek için gerekli zamanı tanımaz, böylelikle kendi isteğini gerçekleştirmesi kolaylaşır. Bir sorun meydana geldiğinde sürekli kendini haklı göstermek, mağdur rolüne girmek, karşısındakine kendini kötü hissettirmek gibi tutumlar sergilemeleri yaygındır. Başkaları ile koalisyonlar kurup kendi taraflarına çekmek, mağdur kişiyi haksız göstermek için başvurdukları yollar arasında yer alır. Dürüstlük adı altında patavatsızca konuşmalar yapar ve sıklıkla şaka yapıyorum derler. Oysa kolaylıkla yalan söyleyebilirler ve doğrusunu bildiğiniz konularda bile kendinizden şüphe etmenize neden olurlar.

    Genellikle manipülatörler istediklerini elde etmek, egolarını korumak veya davranışlarının sorumluluğunu almaktan kaçınmak amacıyla manipülasyona başvururlar. Eşlerini kontrol etme, onlara hükmetme veya istekleri kabul görmeyip sınır çizildiğinde onları cezalandırma ihtiyacı hissedebilirler. Manipülatif davranışlar sergileyen kişi çocukluk dönemini kötü geçirmiş olabilir. Temel ihtiyaçlarının karşılanması veya ebeveynleri tarafından cezalandırılmamak için manipülasyona başvurabileceği gibi, ebeveynleri tarafından manipüle edilmiş de olabilir. Dolayısıyla çocukluk dönemlerinde bu davranışları gözlemleyip deneyimlediği için başkalarıyla da bu şekilde ilişki kurabileceğini öğrenmiş olabilir. Bağlanma sorunları olan ve yüksek derecede kaygı problemleri olan kişilerin duygusal manipülasyona başvurma olasılığı daha yüksektir. Diğer yandan bu tutum ‘make ur choice’ yazımda belirttiğim 1 ve 2 numaralı durumlarla da ilişkilidir.

    Manipülasyon her zaman bir eş tarafından yapılmaz. İşveren, aile, iş arkadaşları, arkadaşlar ve hatta kendi kendimizi de manipüle ederek travmatize hale getirebiliriz. İşverenin yetersizlik ve beceriksizlik hissi vermesi kendimizi sorgulamamız ve daha fazla kanıtlamaya çalışma çabasına girmemize neden olur. Aile davranış ve tutumu en baştan beri öğrendiğimiz kişilerin empoze ettiği, 0-7 yaş arası biliçaltımızı yıkayan ve belki bugün olduğumuz kişi olmamıza neden olan yapıdır. İş arkadaşlarının alay ve dalga konusu olma korkusu ile yaşamak bir başka manipülasyon çeşidi sayılır. Arkadaşlarımız, bizim hayat içinde ince eleyip sık dokuyarak seçtiğimiz seçilmiş ailemizdir. En zor günlerimizde dahi onlarla yapılan paylaşımlar bizi bir nebze de olsa rahatlatır. Fakat alaycı üslup ve aşağılayıcı sözler sarf edip, kişiyi küçük düşürücü ve onurunu zedeleyici davranışlarda bulunarak manipüle edebilir ve kendi doğrularını yaptırma dayatması uygulayabilirler. Örneğin: Görüşmeyi dilediğiniz kişi yağmurlu havada dışarı çıkmak istemediğinde, o karı sana bakar mı şeklinde geri dönüşlerle kendinizi kötü hissetmenize ve gerçek nedenini bilmediğiniz duruma inanmanızı sağlayabilirler. Başkaları adına ‘yalan söylüyor, seni kandırıyor, bak başkası var, keyfi yerinde, seni umursamıyor, kendini ne sanıyorsun, sen kimsin, buna değmezsin’ şeklinde yorumlarda bulunarak, muhatap olmanız gereken kişi ile aranıza çin seddi örebilirler.

    Kendimizi manipüle etmemize gelecek olursak: Bu durumu diğerlerinden ayıran başlıca nokta, bir başkasının manipülesinden daha tehlikeli ve korkunç olmasıdır. İçimize düşen bir kurtcuğun, derin düşünceler içinde dallanıp budaklanıp kontrol yetimizi elimizden almasıyla sonu gelmeyen bir döngüye gireriz. Kendimizi kandırılmış, hakarete uğramış, aldatılmış ve terk edilmiş hissettirene ve buna ikna olana dek düşüncelerin kara deliğinde süzülüp dururuz, çünkü hak ettiğimizin bu olduğuna olan güvenimiz, başkasına olan inancımızdan daha büyüktür. Acaba bana yalan mı söylüyor, beni bırakacak mı, beni sevmiyor mu, ben buna değmiyor muyum, benimle dalga mı geçiyor, başkasına beni anlatıp arkamdan alay mı ediyor, ya başkasına giderse, zaten beni neden sevsin ki, o gece neredeydi, benden habersiz biriyle görüşüyor mu, ben sevgiye layık değilim, ben bok gibi biriyim zaten, kesin beni kullanıyor, sadece sevişmek için beni istiyor, istediğimi yapmıyor demek ki önemsizim, beni hiçe mi sayıyor, hiçbir önemim yok mu… gibi gibi devam eden bir çok sorgu ve soru ile koca bir baş ağrısı ve yanılgı okyanusunun içerisinde kendimizi boğarız. Kendi içimizde henüz tanımadığımız, daha doğrusu irdelemekten korktuğumuz tüm zayıf noktalarımız aniden başımıza bir uğultu gibi çöker ve partnerimizin cevaplaması gereken soruları kendi kaygılarımızla yoğurup kendi hak ettiğimizi düşündüğümüz biçimde cevaplarız. Kendi içimizde durduramadığımız tüm kaygı sorunlarını temeline inerek çözmek yerine yok etmeye ve yine görmezden gelmeye çalışırız. Beyin yalnızca maddesel ya da cisimsel tehditleri değil, duygusal tehlikeleri de algılar. Kendi yapısının gelişme şekline göre algıladığı duyguları bazen tehlikeli olarak adleder ve savunmaya geçer. Ne yazık ki bu tehlike her zaman gerçek olmadığı gibi bizim algılarımızın yanlış kodlarıyla çalışır ve savunmamız da yanlış kodların yanlış mekanizmasıyla çalışır. Bazı durumlarda beyin henüz milisaniyelik analizini yapıp durumu tanımlamadan vücudumuz tepkimeye girer, örneğin midemiz. Bu durum ‘konversiyon’ ya da ‘dönüşüm mekanizması’ olarak adlandırılır. Duyguların içeride bastırılması sonucu fiziksel tepkimeyle ortaya çıkmasına neden olur ve somatizasyon ismi verilir. Ve çoğunlukla acınıza neden olan şey, aynı zamanda iyileşmenizi, ağrınızın dinmesini sağlayacak olan kişidir, çünkü midede oluşan ağrılar sevgi, aidiyet ve bağlarla ilgilidir, bu nedenle en hassas noktanız ağrıyan bölgenin temsil ettiği ögelerdir. 

    Başkası yerine karar vermek, fikir almadan, iletişim kurmadan, doğru yanıtı ve sebepleri öğrenmeden yapacağımız tek şey işkenceden ibarettir. Bazen susarak, bazen görmezden gelerek, bazen kendimize kötü olanları hatırlatarak yalnızca kendi cezamızı keser ve kendi manipülasyonumuzun kurbanı oluruz. Peki bu mağduriyet ne kadar gerçek? Bizi önünde sonunda mağdur olma isteğiyle yakıp kavuran şey tam olarak ne? Kendimize hangi sebepten acıyor ve acınacak hale düşmek istiyoruz? Kafamızda oluşan yanlış biçimlenmiş dünyada, neden kehanetlerimiz kendisini gerçekleştirsin diye arzu duyuyoruz? Bizi gerçekten iyi ve güzel olanı hak etmediğimize ikna eden şey tam olarak ne? Sevilmeyeceğimize olan bu derin inanç neden yerini sevilebileceğimize ikna olmaya bırakmıyor? Aklımızın içindeki tüm negatif düşüncelere hak verip ikna olurken, pozitif olanların başımıza gelemeyeceğine nasıl bu kadar eminiz? O halde dönüp kendinize sorun: Ben değersiz miyim? Ben hiç kimse miyim? Ben kendisini sevmeyi başaramamış kan davalı mıyım? Ben sadece kendim olarak sevilemez miyim? Korkmadan, güven içinde kendimi ifade edemez miyim? Yalan söylemeden, manipüle etmeden de tercih edilemez miyim? Birinin sevdiği, iki gözünün çiçeği, tek değeri olmamam için, kendimi buna layık görmemem ve kendime bunu yakıştıramamam için sebep ne? Ben neden sevilmeyeyim?

    Lilith.






    17 Haziran 2024 Pazartesi

    Dorothy’s selection

     

    Yürek yerinden sökülse de, duyguları yaşaması önlenemez…

    İnsan yaradılış itibari ile basit bir yapıya sahiptir. İskelet ve organ sistemi olarak insanı diğer dört ayaklı canlılardan ayıran pek de fazla özelliği yoktur. İnsan kendisini düşünebilmesi, ellerini kullanabilmesi ve konuşabilmesi ile üstün tutarken bir soruyu daima atlar. Düşünebilen insan, gerçekten düşünerek mi konuşur? Ve konuşan insan, gerçek düşünceleri ile mi konuşur? İlkel çağda daha dürüst dürtüler ve ihtiyaçlarla yaşayan insan, belli başlı görevlerini yerine getirir ve ardında neslini sürdürecek birini bırakarak erken yaşlarda ölürdü. Sürekli et yiyerek uzun süre yaşamanın bir yolu olmadığını henüz anlayamamıştı çünkü ‘düşünmek’ denen felsefi evreye geçmek için temel ihtiyaçlarının karşılanıyor olması gerekliydi. Şimdilerde temel ihtiyaçlarını çalışarak karşılayan insan, ilkelliği kendisinden çıkartıp modern yaşama adapte olmaya çalışsa da, bu durum beraberinde bir soruyu da getirdi: Acaba dürüstlük konusunda ilkel çağ daha mı moderndi?

    Kendinize dönüp baktığınızda aslında size ait bir travma olmasa dahi korktuğunuz bir şeyler varsa bunların aile genlerinden gelme olasılığı yüksektir. Diyelim ki anneniz terk edilme korkusu taşıyordu yahut babanız kaçıngan bağlanan bir kimseydi ve siz bunu bilmiyordunuz ama siz muhtemelen bunlar aktarılarak doğdunuz. Yaşam sürenizde yaşadığınız ve adına tecrübe dediğimiz edinimler ise bilinçdışımızda kalarak bakış açımızı değiştirir. (bkz.bilinçaltı) Tüm bunlar birleşerek pistantrofobi, filofobi, monofobi, algofobi, zelofobi hatta ve hatta fobofobi’ye kadar ulaşan binlerce psikolojik soruna ve akıl hastalıklarına dönüşür. Kendisinde problem olduğunu fark eden kişi, sorunun üstesinden gelmek üzere psikyatri koridorlarında gidip gelirken, kabullenemeyen kişilerin hasta ettiği insanlar geçer o koridorlardan. Farkındalığı artan kişi birey olma yolunda ilerlerken, Iq seviyesi düşük olan insanların psikoterapiye devam edemediklerini biliyor muydunuz? 

    Tüm psikoterapiler kişinin hislerinin konuşulması, travmaların ortaya çıkması, yanlış kodların doğrularıyla değiştirilmesi ve bireyin kendisi ile barışması üzerinedir. Peki sizin hiç değiştirmek istediğiniz yanlış kodunuz, aile aktarımınız ya da travmanız oldu mu? Size Dorothy’nin bir hikayesi ile travma gözlemlemeniz ve doğru-yanlış yaptığı durumlara karşın yorumda bulunmanız amacıyla bir hikaye anlatacağım, hazır mıyız?

    Dorothy 30’larının başında genç bir kadındı. Koca gözleri, pürüzsüz teni, kıvrımlı vücut hatları ve giyimiyle bir çok erkeği etkilediğini ve güçlü bir aurası olduğunu biliyordu. Tüm fiziksel özellikleriyle birlikte Dorothy zeki bir kadındı, insanların kendisine hangi niyetlerle yaklaştığını gayet net anlıyor ve bunu işine yarar şekilde kullanabiliyordu, bunu da saklamıyordu. Öyle ya hangimizin içinde çıkarcı bir şeytan yoktu ki? Dışarıda topluma karşı gösterdiği bir kimliği vardı; mutlu, mizacı gelişmiş, ince esprileri anlayan, işinde ve sosyal yaşamında başarılı, bir o kadar da işveli ve kararlı bir karakterdi. Dorothy kimseye duygusal gözle bakmıyor, dürtülerine esir olmuyor, deyim yerindeyse onlar yokmuş gibi yaşıyordu ve kendi çıkarına kullanıp harcayamayacağı kimse yoktu. Kimseye gereğinden fazla ilgi alaka beslemiyor, kendisinden başka hiçbir şeye değer vermiyordu. Lakin Dorothy’nin içinde herkesten sakladığı hatta kilitli bir sandıkta tutarcasına kendisinden bile sakındığı başka bir kimliği vardı. 

    Rutin hayatını oturtalı bir kaç ay olmuştu, için için kendisinden giden bütün duyguların ve mutluluğunun altının ne kadar boş olduğunun farkında olsa da, gidişata dur demeyi gerek görmüyordu. Çünkü dur demesi için geçerli bir sebebi yoktu ve başka bir hayatın şimdikinden daha başarılı olacağına inanmıyordu. Erkekler alemi için adı ‘queen’di, o da kendisine takılan lakabı biliyor ve egosunu kraliçeliğe yaraşır şekilde endeksliyordu. Dorothy’nin etrafı son derece kalabalıktı, iş hayatı, sosyal hayatı derken tam anlamıyla yalnızca duşta ve tuvalette yalnız kalma imkanı buluyordu. Bazen bu kalabalık ona sadece gürültüden ibaret geliyor ve bunalıyordu çünkü çok konuşuluyor ama tek bir cümle bile onun içindeki sorunlara değinmiyordu. Dorothy her gün bir kez daha kilitliyordu içindeki sandığı. Adeta yok etmek istiyordu içindeki diğer kimliği, yok olmasını ve iki kimlik arasında sıkışmaktan kurtulmayı diliyordu. Bastırmaya devam etti, bastırırsa sesini duyması imkansız hale gelir, sesi duyulmazsa vazgeçip yok olur diye ümit etti. Nitekim bir gün istediği oldu ve içindeki ses tamamen sustu…

    Dorothy tek kimlikle yaşamanın muhteşemliğini tahtında taç töreniyle kutladı. Her şeye egemen olmanın verdiği güç, kontrol mekanizmasının sahibi olmak dünyada erişilebilecek nadir konumlardandı. Ağzından çıkan bir tek sözü yerine getirebilmek için can atan askerleri vardı, tek görevleri kraliçeyi en mutlu eden kişi olmaktı, lakin Dorothy hiç mutlu olmadı. Her gün bir öncekinden daha yorucu hale gelmişti, ruhu alınmış gibi hiçbir şeyden keyif almıyor, yalnızca yalancı gülümsemelerle halkına mutlu görünüyordu. Namına doğum günü yerine doğum ayı kutlamaları yapılan, her özel günü hatırlanan, özel gün olmasa da adına özel gün yaratılan Dorothy’nin etrafı kalabalık ama içi boşalmış bir salon gibi soğuk ve tenhaydı. Kendisini hiçbir yere ait hissetmemeye başladı, askerleri gözüne batıyor, şımarıkça istekleri bitmiş ve artık konuşmak bile istemiyordu. 

    Üzerinden geçen tüm zamanlarda Dorothy; tehlike anındaki bir sinir sistemi gibi kaçarak ya da donuk yaşadı ama savaşmayı aklının ucundan bile geçirmedi. Günler haftalar birbirini kovaladıkça emrindeki tüm askerleri kovdu, etrafındaki kalabalığı dağıtarak kendisini sessizliğe bıraktı ve bir gün bir davet üzerine yola koyuldu. Aslında hiç gidesi yoktu, zerre heves duymuyordu, yine de gidecekti çünkü söz vermişti. Vardığı yerde kraliçeliğini ve halkına gülen tavırlarını zorla da olsa korudu, anlam veremediği zifiri boşluğu kimseye anlatabilmenin bir yolu zaten yoktu. Etrafında olan insanların diğerlerinden hiçbir farkı yoktu onun nazarında, hepsi kıyafet giymiş birer et parçasıydı, kadın ya da erkek olmaları onun zerre umrunda değildi. Ancak aralarında biri vardı, bir kraliçenin yanında olmasını isteyeceği tek erkek olabilirdi. Anlayamadığı bir enerji alıyordu, bakışları, ses tonu Dorothy’i korkutuyor ama aynı zamanda çekiyordu da. Bu neden olabilirdi ki, bir kraliçe kimden korkabilirdi? İçinde garip bir çekim onu adama doğru itiyor, ona dokunmak istiyordu. Boyu, kokusu, teni, duruşu… Yoksa yüce kraliçe Dorothy fark etmeden Oz’u mu bulmuştu? Anlayamadı, anlamadığı şeyleri sevmezdi, tehlike algılayan sinir sistemi yine kaçmasını söyledi ve vakit kaybetmeden oradan ayrıldı.

    Gitmek bazen bir şeyi sonlandırmak için yeterli olmuyordu. Çok geçmeden Oz, Dorothy’i bulmuş ve ikisi de çekimin kuvvetine kendisini bırakmıştı. Dorothy ve Oz iki yabani hayvanın çiftleşmesini andıracak kadar kuvvetli sevişmelerle bütünleşiyordu. Zevki doruklarda iliklerine kadar yaşayan Dorothy, hem daha çok azıyor hem de canı acıyordu. Bu muhteşem ambivalan duyguların her yerini sarmasını durdurmak istemiyordu, zaten istese de Oz buna müsade etmeyecek kadar güçlüydü. Dorothy aradığı şeyin ne olduğunu Oz’un dokunuşlarında, öpüşünde ve sertliğinde buldu. Bunca yıldır her şeyi yönetmekten yorulmuş olduğunu ve artık yönetilmek istediğini anladı. Ve bu yönetimin sıradan biri tarafından yapılamayacağını her zaman biliyor, buna layık olabilecek birini hiç bulamayacağını düşünüyordu. O gün, hayatı boyu her şeyini vermek için beklediği erkeği bulduğunu fark etmiş ama duygularını serbest bırakmak konusunda kararsız kalmıştı, nasılsa gidecekti gerek yoktu. Soluksuz sevişmelerinin ardından Oz, Dorothy’i öptü ve elini beline doladı. Dorothy anlam veremedi, neden böyle bir şey yaptığını algılayamıyordu, bu kadar sert sevişmeden sonra canını yaktığı için bu bir çeşit avutma mıydı? Oz, Dorothy’nin artık aşkı ve sevgilisi olduğunu söylemişti. Dorothy’i kıskanıyor, merak ediyor, görmek istiyor ve teninde gezinmek, kanına işlemek is. Dorothy karmaşık hisler içinde ne olduğunu bulmaya çalışıyordu, zira bu hissettiği her neyse bu duyguyu tanımıyordu ama kendini Oz’a bırakmayı ölesiye istiyordu. Bunca karmaşık duygu, anlaşılamayan bir iletişim, kopuk söylemler ve ait olma sorunuyla yapabileceği en yanlış şeydi Oz’u istemek. Beyni Dorothy’i sürekli uzak durması ve daha fazla devam etmemesi konusunda uyarıyor ancak Dorothy mutlu sonla bitmesini o kadar istiyordu ki beynini bile kandırmaya, avutmaya, bahane üretmeye çalışıyordu. Kalp kanabilir ama beyni ona hiç inanmıyordu ve tabi ki hikayenin sonu mutlu bitmeyecekti…

    Dorothy yıllar boyu binbir uğraşla kilitlediği sandığı ve içindeki diğer kimliği Oz’un ortaya çıkardığını anladı. Bu hem paha biçilemez bir hediye hem de büyük yıkım getirecek bir kıyametin habercisiydi. Çünkü Dorothy’nin kendinden bile sakınarak sakladığı diğer kişiliği küçük bir kız çocuğuydu. Sevgiye, güvene, ilgiye, mutluluğa aç, her güzel söze kanabilen saf ve canı çokça yanmış bir kız çocuğu. Dorothy, Oz’a her zaman inanmayı denedi, tüm çatışmalarına, kalp kırıklıklarına, üzülmesine karşın ‘benimsin’ diyen Oz’un bir gün olmayacağını bile bile inandı. Kalbinin bir cam gibi paramparça olacağını daha ilk günden biliyordu, sadece yanılmak istemişti, hayatında bir kez yanılmak… Ve yanılmadı. Dorothy güçlüydü ama gücü erkeğe devretmek ilişki dinamiğinde dengeleyici unsurdu, memnuniyetle idarecisi olması için liderliği Oz’a bıraktı. Merhametliydi ama çok merhamet maraz getirirdi, sabırlıydı ama çok sabır suistimal edilirdi, güvenirdi ama çok güven ihanet getirirdi ve zayıflık güçlü özellerin fazla kullanılması demekti. Dorothy güçlü özelliklerinden çok fazla verdi, üstelik hiç almadan ve sonunda kendisinde bir şey kalmayıncaya, zayıf düşüne kadar... Oz, ancak bir narsistin yapabileceği şekilde sadece istemiş ve hiç anlayış göstermemişti. Sözleri havada kalmıştı, aldığı tüm gücü kendisi için kullanmış ve tüm dengeler bozulduğunda geriye Dorothy’den hiçbir şey kalmamıştı. Dorothy üzülmedi çünkü üzülecek gücü dahi kalmamıştı. Ne tek bir cümle sarf edecek dermanı, ne anlaşılmak isteme çabası, ne de Oz’a inancı kalmıştı. Öyleyse konuşmak neye yarardı? Küçük kız çocuğunun dağılan parçalarını toparladı, sandığa koydu ve kilitleyip anahtarı denize attı. O günden sonra Dorothy, hep yanında olmasını istediği Oz’u bir daha görmek bile istemedi. Aynaya baktı solgun, tükenmiş ve bitkin halinin beyniyle fotoğrafını çekti. Bugünü dedi kendi kendine sakın unutma. Makyajını yaptı, elbisesini, topuklu ayakkabılarını giydi, kokularını süründü, tacını taktı ve acımasızlık tahtına kalkmamak üzere tekrar oturdu.

    https://music.youtube.com/watch?v=NV0xQwrI09U&si=LlWZkIZRI9Xoc9MT

    Lilith.










    Unalome


    "Kadınlar insandır, erkekler insanoğlu” - Neşet Ertaş 

    Yüzbinler, milyonlar ve hatta milyarlarca yıldır varlık adına aranan gayeler bütünü: İnanç... 

    İnsanlar ve oğulları, yaşam denen döngü içerisinde tüm işine gelmeyen ve zorluk diye adlandırdığı olay veya olaylara dayanma gücünü bulabilmek üzere bir isim buldu. Öyle ya her şey beşerin kullanımı, rahatı, hayatı idame ettirebilmesi içinse, beşer de bir amaç için olmalıydı. Bir kudret, biraz fazilet ve muhakkak mukaddes bir amaç olması dışında ne için var olmuş olabilirdi?

    İnsanlar ve oğulları birbirlerinden olduklarını, birbirlerinden doğduklarını ve birbirleri ile doyduklarını göz ardı ederek; nice iç savaşlar, soğuk savaşlar ve sıcak savaşlar verdi. Ancak nihayetinde bunların en büyüğünün kendisi ile olan savaşı olduğunu geç olduğunda anlayacaktı. Eve sığamadı, işe sığamadı, mahalleye, şehre, ülkeye hatta dünyaya ve sonunda göğüs kafesine bile sığamadı.

    Doğduğunda gördüğüne, kendine öğretilene, toplumun işaret ettiğine ve coğrafyanın müsaade ettiğine riayet etti. Her zaman bir amaç ile sınandığına inanarak sürdürdüğü yaşamında kendini en üste koydu ve kıymetli bir varlık olduğuna ikna oldu. Bu ikna ile yapabileceği seçimleri reddetti, kararlarını engelledi, söyeleyeceklerini sustu çünkü gerek yoktu, onu sanki bir cctv gibi biri ya da birileri uykusunda horlarken bile izliyor ve işitiyordu. Acıya inandı, kedere, öfkeye, kine, sevgisizliğe ve hatta nefretin gücüne inandı ama... inandığı şeyin adı Tanrı değil miydi? 

    Kendini düşünmesi gereken her alanda bir karar vermek yerine görünmez bir elin müdahale etmesini, bir işaretin ona yön vermesini bekledi. Ailesinden, toplumdan "ayıp" denen kavramı öğrendi öğrenmesine de, kendi içinde hep delip geçmemek için mücadele verdiğini hiç söyleyemedi. İstemiyorum demedi, yapamam, bilmiyorum, emin değilim, korkuyorum, vazgeçiyorum demedi.  Galiba uhrevi bir gücün istenmeyen durumu yok etmesini temenni etmek, buna bizzat sebep olmaktan çok daha kolaydı. Çünkü adı seçim değil "kader" olacaktı.

    Bir gün büyüdü insan ve oğulları. Öğretilerden daha fazlasına haiz olduğunu, keşfe açık olduğunu, her şeyin öyle anlatıldığı gibi olmadığını gördü. İnsan bir erkeği etkilemenin, oğullar ise bir gece, belki de bir kaç saat için bir kadına sahip olmanın arzusunu taşıdı. Kendini daraltan, nefesini kesen, göğsünü sıkıştıran, aklında dönüp duran tüm sorunları unutmanın bir yolunu buldu: sevişmek... Fark etti ki sevişirken duyduğu arzu ve şehvet, titreyerek boşaldığı an'a kadar her şeyi unutmasını sağlıyordu. Vücudundaki kan dolaşımı tüm basıncını serbest bıraktığında yanındakine dönüp baktı insan, sadece sevişmek tek başına yetmiyordu ve sonunda tavana bakarak içindeki girdaba döndü.

    Ait ve sahip olmaya, bazen verdiği sözü tutamayacağı için kaygılanmaya, karakter olarak adlandırılan yapı taşlarına sadık kalmaya, muntazaman güç bela inşaa ettiği güveni sarsmamaya, istek ve arzularını makul seviyelerde tutup, olmayacak işe amin dememeye çabaladı, çabaladı, çabaladı ve bocaladı. Yaşam ve ölüm arasında geçirdiği sürede iyi anılmaya, beddua edilmemeye, ah almamaya uğraştı ve fakat kendini unuttuğu, mutlu olmanın ne olduğunu hatırlamadığı zoraki bir evreye itildi. İki kişiydi tek kalmaya itildi, özgürdü bağ kurmak uğruna baskı altında yaşamaya itildi, güven sağlamak adına şartlı alıcı olmaya itildi, vakti varken tanımak yerine önyargıların zindanında hücre yaşamına itildi ve itildiği yerde terk edildi. Sahi soran oldu mu "mut" ne demekti?

    Bazı insan ve oğulları büyüdüğü, hayat döngüsünde geçirdiği sürede döktüğü tüm göz yaşlarının ardından, olgunluğa erişmenin zaman aldığını kavrayarak Maslow piramidinin dört ve beşinci basamaklarına ulaşmayı başardı. Nitekim çevre denen faktörün kişinin içine sinmeyen adımı atmak istememesinden bihaberken; düzen kurmanın onlara göre gecikmesinin sakıncalı olduğuna, bir yuva adı altında yeterince emin olmadığı adımları atmasına sebep olabileceğini göremedi. Toplum insanın, oğulun kimliğinin keşfedilmemiş ve uyumun ölçülmemiş olmasıyla ilgilenmiyordu. Sırtını yaslayacak kadar güven duyabileceğinden, aidiyetini ve mahremini teslim edeceğinden şüphe duyması, karşısındaki dahil kimsenin umrunda değildi. Onlara göre bir tek doğru vardı ve doğru olan şey mazeretsizce beklenmeden yapılmalıydı. Fakat oğullar henüz zihninin istekleri ve kontrolü konusunda fikir sahibi değilken, bir kadının kapıyı açmasını istemek yeterli miydi? Anlayış, saygı, arkadaşlık, özgürlük, birlikteyken bile birey olarak kabul görmek, destekleyicilik, önemsemek, öncelik vermek ve en önemlisi güven, bunlar neredeydi?

    Oğullar inkar ettiği her rahatsız edici huyuyla yaşamaya mecbur, arkasında duramadığı her söz için yok sayılmaya mahkumdu. Dinlemediği için kırılmak, önyargılarını çürütemediği için terk edilmek, insanı şahsi koşullarına göre değiştirirken kendini kusursuz görmek, suçlu olduğunu bile bile gururundan ödün vermemek, üstelik buna da sen hak etmiyorsun demek bir seçimdi ve seçimler tüm hayatın gidişatını değiştirmeye yeterdi. Nasıl yaşamak istediğine karar vermek, kim olduğunu bilmeden mümkün olabilir miydi? Yorgana sarılmanın bile bazen çift olmaktan daha iyi geldiği, gelecek tasalarının ortak paydaya empoze edilemediği, bir bakışla anlaşmak bir yana, kendini ifade etmesine fırsat bile vermeyen biriyle hayat nasıl devam edebilirdi? Yapılanlar sınırları ve saygıyı yok sayarak diretme ve fikir almadan sürerken, insan ve oğulları ayrı bedende ruh birliğini sağlamayı becerebilir miydi? iletişim sürekli yan yana olmakla aynı ifade miydi? Sırt çevirmek de sahip olmaya dahil miydi? Sahip olmak, istediğinde gidebilmek mi demekti? Sevginin nefrete takılması narsistlik değil miydi? Kehanetin gerçekleşmesi arzusu kiralık katilin kendisi değil miydi? İnsanın tek sahibi Yunus da olmasa duygular tercümansız değil miydi? Sahi senin adın neydi?

    Scotty ışınla beni!

    https://music.youtube.com/watch?v=ykb2fmdJQOM&si=d-p_r0cmP3TfvELl

    Lilith.

     


    9 Haziran 2024 Pazar

    Monogram

     

    İnsan hırsı, inatçılığı, dikte etmesi ve hedefe yönelmesi ile kendi istek ve arzularını kamçılayabilen, kendisi için belirlediği istikamette bin türlü badireyi göğüslemeyi göze alabilen ve istikrar gösterebilen bir varlıktır. Çoğunlukla şakağına dayanan limitler kendisini zorlasa da, kan, ter, gözyaşı içinde bitap düşüp devam edecek takati bulamasa da, verdiği emekler ve gösterdiği sabırın hatırı için vahim bir yaşayıştan dahi vazgeçmeyi kayıp olarak görür. Zahmet vererek el işi gibi ince bir sanatçılıkla meydana getirmeye çalıştığı sanat eserini, kendi istediği şekilde sonlandırma gayesi, çoğunlukla pes etme duygusunun önüne geçerek engel olur ve vazgeçmek bir seçenek olmaktan çıkar. Çünkü tutunduğu bir tek şey vardır: Umut!

    Dünya güneşten aldığı ısı ve ışık sayesinde yeryüzündeki tüm canlıların yaşam döngüsünü sağlar. Bitkiler, böcekler, hayvanlar, mantarlar ve insanlar hayatını idame ettirebilmek için güneşin ısı ve ışığına mecburdur. Güneşin mevcut sıcaklığının iki kat altında olduğunu hayal edin, şimdiki halinden daha solgun olacakken, dünyanın aldığı ışık gün batımı ışığı kadar olacak, yeterli ısıyı sağlayamayacak, bir kaç sene içerisinde kıtalarda buzullar meydana gelecek ve yaklaşık elli yıl sonra ise tüm kara parçaları buzullara dönecektir. Şayet güneş tamamen sönmüş olsaydı, eksi derecelerde gaz bulutuna dönecek, yeryüzünde bulunan her şey dakikalar içerisinde tamamen buzla kaplanacak, belki sadece buzulların altında mikroorganizmalar ve virüsler dışında hayat mümkün olmayacaktır.

    İnsan sosyal bir canlı olmanın gereği olarak; yalnız yaşamaya ve tek başınalığa alışık değildir. Bazı suç ve psikolojik hastalıkların toplumdan tecrit edilmeyi gerektirmesi dışında iletişim kurmak, paylaşmak, ortak noktada buluşmak, birlikte yaşam sürmek ve temas halinde kalmak zorundadır. Bir varlık olarak iç dünyasının selameti, akıl sağlığının korunması ve kendi benliğinin kabul gördüğünü onaylamak, ruhunu doyurmak için insan dış dünyaya ihtiyaç duyar. İnsan olan bir yazarın kitabıyla kelime dağarcığını genişletirken, bilim insanlarından yeni keşifler ve ister materyal ister metafiziksel olsun, yapılan araştırmaların sebeplerini ve ortaya çıkan neticeleri öğrenir. Üretici insanların elinden çıkan eşyaları kullanır, giyinir, tarımcı insanların yetiştirdiği meyve ve sebzeleri tüketir, yani insan tek başına her şeyi yapamaz ve bir şekilde başka insanlara ve bu insanların var olması gerekliliğine mecburdur. 

    İnsan ortalama bir ömür içerisinde onbinlerce kişi ve surete denk gelir. Ailesi ile başlayan tanışma, akrabalar, komşular, okul çevresi, arkadaşların arkadaşları, akrabaların ve ailelerin tanıdıkları, iş ortamları, değişen çevrede bulunan insanlar, sosyal medya, filmler, videolar ve belgeseller derken uzun uzadıya giden bir yüz tanıma sistemi gelişir. Zamanla gördüğü yüzleri okur, tanımlar, iyi ve kötü hissiyat vermeleri ile ayırır, dost mu düşman mı olacağına karar verir ve bir gün gördüğü milyonlarca yüz arasından biri tüm diğer yüzlerden ayrılır. Bu yüz diğerlerinden farklı sinyaller veren, beyninde bir uyaran niteliği oluşturan, kalbine, ruhuna dokunan, adrenalin ve noradrenalini ayaklandıran ve tüm duygularının hücum birlikleri gibi çalışmasına sebep olurken; yüz milyar nöronun nerede görse tanıyacağı ayrıcalıklı tek kişi olur. 

    Arapça ‘aşak’ yani sarmaşık kelimesi ile aynı kökenden gelen aşk, şiddetli ve yakıcı bir sevgi ağının tüm yönleri ile insanı sarmasını ifade etmek için kullanılır. Neticede aşk tek kelime iken, duygusal olarak tek başına gelen bir durum değildir. Coşku, arzu, sevinç, neşe, bağlılık, sevgi, özlem, istek, ilgi, mutluluk, sadakat, haz, saygı, güven ve itibar etme gibi dallar halinde yeşerir ve yakıcılığı tek kelime olarak işk, aşeka, ya da aşk şeklinde ifade edilir. Hayattan daha fazla keyif almaya, istek ve arzuların artmasına, içsel dünyanın ihtiyaç duyduğu tedaviyi almışçasına iyileşmeye başlamasına, bakılan, görülen her şeyin daha manalı gelmesine, tahammül seviyesinin yükselmesine, seratonin artışına, öfke ve sinir durumlarının azalmasına, tutunmak ve hayatta kalmak için dayanak oluşturulmasına ve biricik olan kişinin biricik eşine kavuşmasına vesile olur. Ruhsal kaygılardan üşüyen bedeninin ısınmasına, korkuların yerini umutlara bırakmasına, nefret duyulan durum ve kişilerin bile affedilebilir olmasına, zihnindeki tüm felaket senaryolarının, başına gelebilecek kötülülüklerin def edilmesine ve yaşama isteğinin artmasına yol açar. İnsan aşktan önce bir karanlıktır ve aşk bir güneş gibi ısı ve ışık saçarak insanı aydınlığa ulaştırır.

    Tüm bu güzellikleriyle aşk; insana insan olduğunu hatırlatır ve yaşadığı evren içerisinde kendisine özel bir evren yaratmasına neden olur. Bu evren iki aşığın birbirine olan tüm duygusal, sözel ve fiziksel ifadelerini ilettikleri, özel, korunaklı ve şaşalı bir kaledir ve diğer tüm insanlar bu kalenin dışında kalır. Kişi tüm duygularını, arzularını, fiziki olarak sahip olduklarını tek bir kişiye emanet eder ve monogram ya da exclusive olarak adlandırılan özerk ilişki, iki kişinin iç dünyalarını birleştirerek nihayet meydana gelir. Lakin aşk yakıcı olduğu kadar yıkıcıdır ve insan bunu tecrübe ederek de olsa muhakkak öğrenir…

    Pozitif ve iyi olarak adlandırılan tüm duyguların yanında aşk; kırılmayı, üzülmeyi, öfkeyi, hırsı, hayal kırıklığını, gururu, ağlamayı, kahrolmayı, içerlemeyi, alınganlığı ve bilimum negatif duyguları da içerir. Kendi dünyasının tartışmasız tek hakimi, gücü, egemeni ve sahibi olan insan, tüm varlığını aşığına teslim ettiğinde, hayatının gidişatının artık ona bağlı olduğunu, göğsünden çıkmak istercesine atan kalbiyle baş başa kaldığında öğrenir. Yaşam sevinci derin yaralara, coşku umutsuzluğa, teslimiyet ihanete dönüşür. Ve ihanetin yalnızca fiziksel ya da zihinsel aldatmaktan ibaret olmadığını, aşığına emanet ettiği duygular paramparça olduğunda acı bir şekilde öğrenir. Af yerini öfkeye, güven korkuya, teslimiyet kendini korumaya, inanç acaba’ya, sevgi hayal kırıklığına dönüşür ve dünyasını aydınlattığını düşündüğü güneşi yavaş yavaş sönmeye başlar. 

    Isının düşmeye başlamasıyla dünya, yaşamını sürdürmek için ihtiyacı olan ışığı alamamaya ve içindeki duygulara yetememeye başlar. Isı ve ışık azaldıkça bir ilişkinin temelini oluşturan unsurlar donmaya, güneş söndükçe içi de buz kaplamaya başlar ve nihayet bir gün kendi içindeki dünya tamamen buzullardan oluşan, yaşamın bittiği bir gezegen haline gelir. Geriye soğuk ve sert buz kütlelerinden başka bir şey kalmamış, canlı hayatı sona ermiş, neşeli ve cıvıl cıvıl iklimi sona ermiş bir varlık olarak, tortu denilebilecek mikroorganizmalardan başka bir şey kalmamıştır… 

    Dünya, içinde yaşam bitmiş olsa da var olmayı sürdürecekti elbet, belki uzun bir evrim süreci gerekli olsa da bir gün mikroorganizmalardan yeni bir canlı türü ortaya çıkardı kim bilir? Öyle ya gezegen de olsa bir gün her şeyin varlığı nasılsa sona ermeyecek miydi? Güneşin olması ya da olmaması neyi değiştirirdi, zaten yok olacağı güne kadar dünya da varlığını korumak zorunda değil miydi? Belki güneş varlığını tekrar gösterir ve ihtiyacı olan ısı ile ışığı kendisine sağlamaya devam ederdi. Dünya dönmeye devam edecekti, hiç kimsesizlik ve yalnız başınalıkla idare etmek zor değildi, nasıl olsa güneşten önce de hayatı böyle değil miydi? Gidip kendisine bir kitap almalı, kahvesini içmeli ve yaşamın yeniden başlaması için beklemeliydi. Nihayetinde her şeyin bir sonu varken koskoca evrende sonu olmayan bir tek şey vardı: Umut. 

    Lilith.

    7 Haziran 2024 Cuma

    Memory


    Tdk’ya göre hatırlamak; unutulan veya akıldan giden bir şeyin tekrar gündeme getirilip anımsanmasıdır. Anı’msamak ise anmak, yad etmek manasına gelir. Anılar beynimizde hissetme şeklimizin, tecrübelerimizin, korkularımızın, beklentilerimizin ve bizi biz yapan geçmişimizin birer arşivleridir. ‘Ah hafıza, huzurumun baş düşmanısın’ diyen Cervantes’i anarak sormak isterim: Hatırlamak gerçekten bir lanet midir?

    Bir primat türünden gelen insan, henüz tam olarak oluşumunu ve gelişim sürecini tamamlamamış, evrim üzerine kurulan kainatta yeterli ilerlemeyi şimdilik kaydedememiştir. Bunun sebebi milyarlaca yıldır var olan gezegenimizden bir çok türün geçmiş olması ve tarihin belirli dönemlerinde yaşanan felaketler sonucu yaşamın neredeyse yok olma noktasına gelmesine karşın, diğer canlıların evrilerek bir şekilde farklı türlerle yaşamına devam etmesidir. İnsan organizması, 4.5 milyar yaşında olduğu öngörülen gezegenimizde, yaklaşık 20.000 yıldır yaşamakta ve bu da evrimin tamamlanması için yeterli süreye ulaşmadığını göstermektedir. Buna karşın insan, gezegende yaşamış tüm canlılardan daha gelişmiş ve farklı, hatta üstün görülmektedir. Bu durum bir çok gelişmiş duyu ile açıklanabilirken, kasların sürekli olarak tekrarladığı şeyleri otomatik pilota alması dışında, düşünebilmesi ve geçmişine dair verileri hatırlayabilmesi yer alır. İnsanın dış dünyayı algılamasının beş temel duyu ile olduğu bilgisi, çok küçük yaşlardan beri öğretilen bir donedir. 

    Görmek insanın dış dünyayı tanımladığı birincil duyusudur ve algının %80 kadar büyük bir kısmını oluşturur. Buna rağmen insan, gördüğü bir çok şeyi bir kaç saat içerisinde unutabilir. Görme duyusundan yoksun olan kişilere kör/ama denir ve sanılanın aksine simsiyah bir dünyada yaşamazlar. Görme eksikliği olmayan bir insanın karanlıkta görebilmesi için, ortama uyum sağlaması ve görmeye başlaması yaklaşık 30 dakika sürer. Ve gördüğünüz şey bir duygu ile bağdaşarak arşivlenmezse, tekrar hatırlamak mümkün olmayacaktır. Dokunmak bize fiziksel dünyadaki materyaller hakkında bir çok bilgiyi verir. Cismin ya da kişinin dokusu, yapısı, sıcaklığı ya da soğukluğu gibi bilgileri beyine ileterek tanımlar. Bir kişiye sürekli dokunmuyor, bir maddeyi sürekli kullanmıyor ve yine bir duyguyla bağdaştırmıyorsanız dokunduğunuz cismi de hatırlamazsınız. Dokunduğumuz uzuv genel olarak ellerimizdir ve ellerimizdeki sinirlerin kaybolması, algılayamaması durumuna his kaybı denir. 

    Koklamak; burnumuzdaki saçımızla aynı yapıda kılların algıladıkları partikülleri işlemek üzere beyine aktarması olarak tanımlanır. İçgüdüsel olarak bazı kokuları sevmezken, yaklaşık bir trilyon kadar farklı kokuyu alabiliriz. Lakin bazen bir kokuyu bir duyguyla bağdaştırdığınızda, evrende sizin için tek olan kokuyu kodlamış olursunuz. Koku beynin en büyük hafıza kayıtlarından biridir ve bağdaştırdığınız şeyi kolay kolay unutmaz, hatta üzerinden yıllar da geçse beyin bir elektrik akımıyla sizi derhal kokuya ait kaydı hatırlatır. Belki kütlesi olan bir cismin ışık hızına çıkması mümkün olmayabilir ama anlık olarak hafızada seyahat etmek koku ile mümkündür. Koku duyusunu kaybetmeye ise anozmi denir. 

    Tat almak… her canlının hayatta kalması için ihtiyacı olan mineral, vitamin ve enerji adına beslenme zorunluluğu vardır. Ve gelişmiş duyulara sahip her canlı yediği ya da içtiği gıdaların tadını alabilir. Tat alma duyusu, dildeki reseptörler ve iç yanakla sağlanırken; gıdanın yalnızca tadını değil, taze ya da bozuk olup olmadığını algılamak için de kullanılır. Çoğunlukla koklamak da buna eşlik eder. Acı, ekşi, tatlı, tuzlu ve umami olarak 5’e ayrılan tat duyusunda, umami her insanın aşina olduğu ve sahip olduğu bir tat algılama türü değildir. İnsan yediği ya da içtiği herhangi bir besini duygusal olarak bir durumla ya da kişiyle bağdaştırabilirse özel olarak arşivlenir, bunun dışında canlıların çoğu yediği yemeğin tadını sadece öğrenir. Tat kaybı durumuna ageuisa denir. Ve son olarak duymak ise, neredeyse her canlının tehlike ve güvenli ortamı algılaması için kullandığı duyulardan biridir. Av olan canlılar için dikkat gerektiren bir durumken, insan için dış dünyadan gelen uyarıcı sesleri analiz etmek olarak görülür. Duyulabilen, işitme kaybına neden olabilen ve duyulamayan sesler olarak desibelleri 3’e ayrılır. Canlı türüne göre desibel seviyeleri farklılık gösterirken, insanlar olarak bizler gün içerisinde binlerce ses duyar ve çoğuna kayıtsız kalırız. Ancak dikkate alınarak dinlenilen bir ses yahut konuşma, tanıdık bir insan, hayvan, araçların sesi ve bir duygu ile bağdaştırılan ses ya da şarkılar özel arşive alınır.

    Tüm duyuların ortak noktası görüldüğü üzere bir duygu ile bağ kurulması halinde özel arşive tabi olmasıdır. Amigdala iyi ve kötü anıları duygu ile birleştirip saklar ve bir gün tanıdık bir ses, koku, tat ya da görüntü ile size bunları hatırlatır. Peki ya beyne giden tüm bu verilerde kesinti olursa? İnsan primatı tıpkı hayvanlar, böcekler, hatta bitkiler gibi hayatta kalma ilkel güdüsü ile yaşamını devam ettirir. Bir duyuyu kaybetmek, diyelim ki elin kaybı durumunda, hayatı boyunca o eli tanımış olan nöronlar, elin dönmesini bekler. Hücreler öldü ama yok olamazlar der ve artık olmayan bir parçamıza ulaşmaya çalışıp durur. Hissetmek için gönderdiği elektrik bazen uyuşmalara neden olur. Buna hayalet ağrı denir. Beyin aslında hiç pes etmez. Yalnızca eksilen duyuyu ararken, bir diğer duyuya yönelip eksik olanın yaptığını diğeriyle beslemenizi ister. Manevi kayıplar da tıpkı buna benzer.

    Beyin tutarlı ve düzenli olarak devam eden her disiplini kanıksar, dikkatli ve duygusal olunan her anıyı sizin için saklar. İlkel atalarından aldığı kodların dna’ya işlenmesi dışında, siz de her edindiğiniz tecrübe, her uyum sağladığınız hayat şartı ile kendi evriminizi devam ettirirsiniz. Tarıma geçiş döneminde dört ayak üzerindeyken ellerini kullanmayı öğrenen ve iki ayak üzerinde durmak üzere evrim geçiren atalarımız gibi, bizler de belki masa başında çalışmaya evrildik. Sırt ağrısı, siyatik ya da fıtık gibi rahatsızlıkların insan omurgasının iki ayak üzerinde durmaya uygun olmamasından kaynaklandığını biliyor muydunuz? Peki kayda değer görmediği şeyleri silen beynin, kayıt altına aldığı bir şeyi unutması için hatırlaması gerektiğini biliyor musunuz?

    Beyin üzerinden zaman geçen ve duygusal bağdaşma ile sakladığı her anıyı size hatırlatırken aslında tamamını anımsamaz. Özellikle negatif anılarda size zarar veren kısımların üzerini örter ve tekrar aynı hisse dönmenizi önler. Bir anıyı ne kadar çok düşünürseniz o kadar ekleme yapacak, değiştirecek ve üzerinde oynayacaktır. Ta ki anı artık aslından kopup başka bir hal alana kadar. Böylelikle sizin arşivlediğiniz anı tamamen başkalaşmış, beyninizin yeniden yazdığı, yabancı ve hissin kalmadığı bir anıya dönüşecek ve hissin olmadığı anı atık kutusuna gidecektir. Evet beyin belki prensip olarak asla pes etmeyen bir yapıya sahip ama savaş ya da kaç ilkesi sizi korumak ve hayatta kalmanız için arka planda çalışan bir program gibi işlemeye devam edecektir. Bunu bilimsel olarak açıklığa kavuşturmaktan habersiz olan toplum size ‘zamanla geçer’ diyecektir. Aslı beyin zamanla siler olacaktır. Hatırlamak sanılanın aksine lanet değil lütuftur ve beyninizin sağlıklı çalıştığının bir göstergesidir. Cervantes anılarını hafızasından gün yüzüne çıkarmaya korkmasaydı, belki de huzurunun düşmanıyla barışacaktı. İnsanın temel prensibini ve evrim denen mükemmel olguyu kavradıktan sonra inanın hayata bakışınız da, bilinç düzeyiniz de, amacınız da farklılaşıyor. Evet hepimizin derin izleri, sırtında hançerleri, kalbinde mızrakları var muhakkak. Fakat beyni yönetmek ve anılarınızla barışmak sandığınız kadar zor, korktuğunuz kadar korkunç değil. İnsan direneceği ve altından kalkmak zorunda kalacağı durumlar yaşamadıkça kendini geliştiremez, bu yalnızca hayatta yoğurulmak adına değil, beynin gelişimi için de gerekli bir unsurdur. Bana kalırsa üzülünmesi gereken kötü hatıraların varlığı değil, iyi hatıraların bile siniliyor olması olmalı. Bir trick daha, neye maruz kalır, neyi çok görür, kanıksar ve isterseniz, her gün gidilen spor, gidilen iş, geliştirilen dil gibi, beyniniz onu unutmayacaktır. İhtiyacınız olan şey hedefiniz için niyetlenmek ve harekete geçmekten ibaret. Şaşılası ama beynin istediğine ulaşma prensibi yapısının aksine bu kadar basit. Peki ya sizin zamanla unutamadığınız bir şey kaldı mı? İstediğiniz ama olmadı diye üzüldüğünüz şeyler için gerçekten niyet edip bunun için harekete geçtiniz mi? Siz hayatı kendi kalemiyle yazanlardan mısınız yoksa Cervantes gibi kaçanlardan mı? Bunca unutmaya yatkınlık arasında kim olduğunuzu, ne olduğunuzu, sizi siz yapan duygu arşivinizi hatırlamanın vakti gelmedi mi?

    Size kendi özünüze dönmenizi tavsiye ederek az ötede tek başıma kahve içme faslı için ayrılıyorum. ‘çok güldüğünde insanın gözünden yaş gelir, çok sevgi nefrete dönüşür.’ Eski bir sufi sözünün de dediği gibi: Haddini aşan her şey zıddına dönüşür.’

    Lilith.


    Desire

    İnsan eski çağlardan beri kendini ifade etmenin bir çok yolunu denemiş, mağaralara resimler çizmiş, papirüsler icat etmiş, tabletlere dizele...